BIST 9.916
DOLAR 32,44
EURO 34,74
ALTIN 2.438,67
HABER /  GÜNCEL  /  YEREL

Rukiye Türeyen: Kalbimin yarısı Medine, yarısı Mekke'de kaldı

Sakarya'da yaşayan ve sadece tek bir parmağını kullanarak Kanadı Kırık Melek'in Kanadına Takılanlar isimli kitap yazan Rukiye Türeyen, Mekke ve Mediye ziyaretini de kaleme döktü.

Abone ol

Yüzde 98 engelli olan ve sadece işaret parmağını kullanarak Kanadı Kırık Melek'in Kanadına Takılanlar kitabını yazan, 2. kitabı için de çalışmalarını sürdüren Rukiye Türeyen, yaşadığı tüm zorluklara rağmen Umre'ye gitti ve burada yaşadıklarını ve gözlemlerini de yine tek parmağını kullanarak yazıya döktü.

İşte Rukiye Türeyen'in Mekke ve Medine ziyareti ile ilgili düşünceleri...

Medine ayrı, Mekke ayrı güzel...

Başlığı yazarken bile Medine sokaklarında dolaşırken aldığım mis kokuyu tekrar aldım sanki.

O sokakları ve kokuyu şimdiden çok özledim.
Hayal etmiştim kendimi Medine’de. Teşekkür bölümünde gitmeme kimlerin vesile olduğunu yazacağım. O teşekkürü, yazımın sonuna ekleyeceğim.
Kendimi hep Medine sokaklarında dolaşırken hayal ederdim ve bu hayal rüyalarıma sirayet ederdi. Yani rüyalarımda kendimi kutsal topraklarda görürdüm. Ama bir türlü olmuyordu gidemiyordum.

Ben yatalak engelliyim, sevgili okurlarım. Bizlerin seyahat etmesi bir mucizedir. Mesela ben uçağa ilk defa bindim, o da sorun oluyordu. Uçakta dik oturmak zorundaymışım. İstanbul, yeni açılan havaalanı çalışanları iyiydi fakat biri dışında: ismi Serkan, 29 – 30 yaşlarında, kilolu bir çocuktu. Sanırım sabah saatleri olduğu için henüz uyanamamış olacak ki kardeşim bir şey soruyor, Serkan Bey ise kaba sözlerle karşılık veriyordu.

Çalışma arkadaşları baktılar ki böyle olmayacak, hemen araya girip sorunu halletmeye çalıştı. Şükürler olsun ki sorun çözüldü ve ben, annem, kardeşim sorunsuz uçağa binebilmiştik.

Ben ilk defa uçağa biniyordum. Heyecan ve korku vardı. Yine her konuda yardımcı olduğu gibi annem uçak korkumu yenmemde yardımcı olmuştu. Üç saatlik bir uçuştan sonra nihayet Medine’de idik. Her gün Medine sokaklarını gezdiriyordu kardeşimle annem.

Düşünsenize sevgili okurlarım, evden çıkamayan ben Medine sokaklarında geziyordum.

Sabah akşam Yeşil Kubbe’nin karşısına geçer izlerdim. Namaz vakti geldiğinde de annemle ben kadınlar kısmına, kardeşim ise erkekler kısmına gidip namazlarımızı kılıyorduk.

Bakmayın hikâye gibi anlattığıma. Geçmişte kaldığı için hikâyeleştirmek istedim.

Yazarken gözyaşlarımı tutamıyorum. Oralardan geldim geleli maneviyat yönünden daha güçlendiğimi hissediyorum. Ömrüm ne kadar kaldı, kalan ömrümde bir daha gider miyim, beni yaradan daha iyi bilir. Ama oraların hasretiyle yanıp tutuşacağımı iyi biliyorum.

Namaz sonrası yanımdan geçen her milletten insan, kendi dillerinde bana şifa diliyorlardı.

Gözlerimin içine bakarak “Konuşabiliyor mu? Konuşamıyor mu?” diye düşünmeden selam veriyorlardı. Orada yaşayan veya umre için gelen insanların önyargıları yoktu. Bu da hoşuma giden davranışlardan bir tanesiydi.

Kendimi oralarda hayal ediyordum fakat gidebileceğime hiç ihtimal vermiyordum.

Çünkü benim bedenim zordu ve gidebilme ihtimalim sıfırdı. (Tabii bana göre)

Bana güç gelen Allah’a güç gelir miydi hiç? Yüceler yücesi Allah’ım bana fırsat ve güç vermişti gitmem için. Kardeşim ve annem de benimle gelmişti. Kardeşim beni kucağına alıp uçağın koltuğuna oturtmuştu. Hostesler, havaalanı çalışanlarının aksine anlayışlı davranıp, “İlla dik oturacak.” dememişlerdi.
Biz sağlığından yoksun bireylere özel uçak olmalı. Daha büyük ve daha geniş olmalı ki tekerlekli sandalyeli bireyler, tekerlekli sandalyeleriyle rahat binebilsinler. Umarım bu yazdıklarımı Sayın Cumhurbaşkanımız okur veya duyar da bizler için bir şeyler yapılır.

Madem bizler özel insanlarız, özelliğimizi bir gün değil, her gün hissetmek isteriz.

Bunun yolu da bizler için bir şeyler yapmaktan geçiyor.
Başta olumsuzluk olmuştu ama çok şükür kutsal topraklarda hiçbir olumsuzlukla karşılaşmamıştım. Her şey imtihandı. Havaalanındaki sorun da bir imtihandı, benim imtihanımdı. Annemle kardeşim benim dik oturamadığımı bildikleri için çok üzülmüşlerdi.
Ben de onların imtihanıydım. Kolay değildi yatalak bir engelli bireyle seyahate çıkmak.

Allah’ıma hamd olsun ki yolda hiçbir sorun çıkmamıştı.
Rehberimiz Ubeyd kardeşim bizi kaldığımız otelden alıp gezeceğimiz yerlere götürüyor, Uhud Dağı gibi, Sevr Dağı gibi, götürüp o güzel yerlerde dua etmemize vesile oluyordu.

O kadar sevmiştim ki Medine’yi, ayrılmak istemiyordum.
Ayrılık günü gelmişti artık. İçimde bir hüzün, içimi kemiriyordu sanki.
“Allah’ım.” diyordum. “Allah’ım bir mucize olsa da ayrılmasam Resul’ümden.”

Daha selamlamaya girememiştim. Çünkü çok Kalabalıktı. Bu kalabalık (bu bağırış çağırış) hem peygamber efendimize eziyetti hem de diğer girmek isteyenler, ezilme endişesiyle peygamber efendimizi selamlamaya giremiyorlardı. Ben ve annem de girememiştik.
Kardeşim erkeklerin girdiği taraftan efendimizi selamlamış.
O anlatmıştı, kadınlar bölümünden yükselen çığlıkları.
Biz de annemle hem efendimizi rahatsız etmemek adına hem de eziliriz korkusu ile bir daha girmeyi denememiştik. Efendimiz bizi her yerden görüyordu Allah’ın izniyle.

Yeşil Kubbe’nin karşısına geçer, salâvatlarla, peygamberimi görür gibi izlerdim.

Bir mengene misali içimi sıkan hüzünle ayrılmıştım Medine’den.
Rehberimiz bizi Mekke’ye götürmüştü. Medine’nin büyüleyici görüntüsü henüz gözlerimin önünden, kokusu burnumun direklerinden silinmemişken. Mekke’nin güzelliği beni adeta büyülemişti. Tıpkı Medine gibi, Mekke de çok kalabalıktı.

Kabe’i Şerif’i ilk gördüğüm anı hiçbir zaman unutamayacaktım.
O anı yazarken bile heyecanlanıyorum.

Kardeşim bir yandan tekerlekli sandalyemi sürüyor, bir yandan gözlerimi kapatıyordu.

İçimde öyle bir heyecan vardı ki, onu tarif edemiyordum bir türlü.
Ne kendime tarif edebiliyordum bu heyecanı ne de karşımdaki annemle kardeşime.

Kardeşim soruyordu “Heyecanlı mısın? Diye, sesim çıkmıyordu ki cevap vereyim.

Kalbimin sesi, kendi sesimi bastırmıştı. Kardeşim gözlerimi açtığında kalbim coşkun bir deniz misali gözlerimden akmaya başlamıştı. Sanki içimde kayaya kızgın bir denizin dalgası, o kayayı dövüyordu. Hıçkırıklara boğulmuştu bedenim. Sanki dalgalar kayaya değil de bedenime vuruyordu ve bu da bedenimi sarsıyordu… Sarsılarak ağlıyordum. Deniz, dalgalarını üzerimden çektiğinde asıl manzarayı görmüştü gözlerim.
Rabb’ime bir kez daha şükür etmiştim bana sağlam gözler verdiği için.
Tüm ihtişamıyla, heybetiyle karşımdaydı Kâbe-i Şerif.

Nihayet görebilmiştim onu. Kâbe’nin yanına inememiştim maalesef.
Dokunmamıştım ona. Sormak isterdim oranın yönetimine “Sağlıklı insanlar Kâbe’nin yanına iniyorken, Kâbe’ye dokunuyorken; benim neyim eksikti? Veya neyim fazla idi, inmeme izin vermediniz? Tekerlekli sandalyem mi fazla gelmişti?” diye.

Bütün engelli bireyler adına sormak isterdim bu soruyu.
Sevgili okurlarım Suudi Arabistan yönetimi şöyle bir yöntem uygulayabilir: Engelli bireylere bir aylık müsaade edebilirler. Bizlerin de hakkı var Kâbe-i Şerif’e dokunmaya.

Bir tek sağlıklı insanların yurdu değil bu dünya. Farklı engele sahip insanlarımız da mevcut.

Bizleri düşünerek de bir şeyler yapılırsa seviniriz. Çünkü biz yüce Allah katında eşitiz.

İkiye ayırmayalım bir tutalım insanları.
Kardeşim bana tavaf ve say yaptırıyordu. Ben Kâbe’nin yanına inememiştim ama annemle kardeşim birer kere aşağıya inip tavaf yapmışlardı. Benim sırf tekerlekli sandalyem var diye aşağıya inememiştim maalesef. Tekerlekli birey olarak birinci katta tavaf yapıyorduk.
Yani insanları ikiye ayırıyorlardı. İki ayaklılar aşağıya inerken, tekerlekliler birinci katta Kâbe’yi uzaktan ve zor görüyorduk. Bir de ön tarafımızda iki set vardı. Surların arasındaydı Kâbe-i Şerif. O kadar istemiştim ki dokunup o mis kokusunu burnumun direklerine hapsetmeyi. Ama olmamıştı işte. Sonra yine kendimi teselli etmeyi bilmiştim.

“Olsun Rukiye, evde iken dışarı çıkamıyordun, bak şimdi nerelere geldin. Şükret ve fazlasını arama.” demiştim. Hamd olsun beni kutsal topraklara gönderene.

Binlerce salât selam olsun beni davet edene. Şimdi tek bir sorum vardı kendime sorduğum: Bir daha gidecek miyim şu kalan ömrümde?

Teşekkürler

Ben engelli yazarım, sevgili okurlarım. Beni tanımayanlar için söylemiş olayım.

Bir kanal benimle röportaj gerçekleştirmişti. Muhabir kardeşim, ikinci kitabımı çıkarınca neler yapmak istediğimi sormuştu. İlk kitabımın geliriyle hayalim, yıllardır kiralarda oturan anneciğime -hamdüsenalar olsun- bir ev alabilmiştim. Bu esnada da siz sevgili okurlarıma teşekkür etmek isterim. Muhabir kardeşime cevaben, “Ben umreye gitmek istiyorum.” demiştim. Sakarya’da kuyumculuk işi ile uğraşan bir ağabeyim bir gün kanalları gezerken haberi görüyor ve izliyor. Muhtar bey vesilesiyle bana ulaşıp beni ziyaret etmek istediğini söylemişti. Sevgili ağabeyim Hakan Tenekeci beni ziyaret edip o müjdeyi bana vermişti.

Değerli okurlarım bana deseler ki, “Unutamadığın bir gününüz var mı?” Hiç düşünmeden umreye gideceğimi duyduğum gün olurdu. Çünkü o günü ölene kadar unutamayacağım.

Allah Hakan ağabeyimden binlerce kez razı olsun inşaalah.
Dizdar Tur’un sahibi, Ahmet Dizdar’a teşekkür ederim, onun ismi ile gittik.
Rehberlerimiz sevgili Übeydullah ve Muhammed Ali kardeşlerime teşekkür ederim.

Ve tabii sevgili canım kardeşim Mert Türeyen’e teşekkür ederim, o olmasaydı gidemezdim çünkü. Canım anneciğim Fatma Türeyen’e sonsuz teşekkürler.

Kalbimin yarısı Medine, yarısı Mekke'de kaldı.

---

Rukiye Türeyen'in sosyal medya hesapları:

Instagram: https://www.instagram.com/rukiyetureyenfkofficial/

Youtube: https://www.youtube.com/@rukiyetureyen_yazar

Facebook: https://www.facebook.com/rukiyetryn

Twitter: https://twitter.com/R_Tureyen