BIST 10.219
DOLAR 32,21
EURO 34,86
ALTIN 2.444,47
HABER /  MAGAZİN  /  KÜLTÜR VE SANAT

Şiir, şair ve ideoloji

Şiir, konuşma ve yazı dilinin üstünde olan ikinci bir lisandır. Belagat ve fesahatın en iyi şekilde icra edildiği merhalesidir.

Abone ol

MUHAMMET DORUK

Farklı yapısıyla insanları sürekli kendine çeken ve aynı zamanda ilahî bir yapısının olduğuna inanılan şiir, kendine has üslubuyla yüzyıllar boyu itibar görmüş ve ilk edebî tür olduğu yönündeki fikirleri muhkemleştirmiştir.

Bu lisanın nasıl teşekkül ettiği hakkında birçok görüş mevcuttur. İlk insanlar konuşma yetisini kazandıklarında bir takım veciz ve ölçülü sözleri beraberinde söylemeye başlamışlardır. Zamanla kendi bünyesinde gelişen ve diğer sanat dallarıyla da etkileşim içinde olan şiir, kimi zaman cezalandırılmış kimi zaman da destek görmüştür.

Şiir, yazıldığı/ okunduğu dönemin taşıyıcısıdır. Geçmişten geleceğe uzanan bir köprüdür. Bu köprü temeline konulan harç ile tenasüp içindedir. Bu harç da şairin dünya görüşüdür. Her şair şiirini vücuda getirirken bir ideoloji etrafında onu beslemeye çalışır. Şairin bir ideolojisi olmalıdır.

Çünkü şiir, bir fikir etrafında şekillenen duygu ve düşüncelerin anlatıldığı bir sanattır. Yunus Emre’nin sade ve akıcı ama mana bakımından oldukça sağlam olan şiirleri ta 13. Yüzyıldan günümüze değin zevkle okunmuş ve üzerinde düşünülmüştür.

Çünkü Yunus Emre idealist bir şairdir. Belli bir mefkûresi vardır. İdealist şairler sadece dönemine seslenmezler. Çünkü belli bir kalıba sıkışıp kalmak, şair için kabul edilemez bir şeydir. Kalıbının dışına çıkıp, yani kendisi için değil; başkaları için bir şeyler söyleyen şairler yüzyıllar boyu sevilmiş ve yaşatılmışlardır. Bahsettiğim üzre Yunus Emre bunlardan biridir. Onun şiirleri tüm insanlığı aydınlatan fener gibidir. Şair, “ben” kavramını kırıp “biz” kavramına ulaşmıştır:

"Ben gelmedim dava için;
Benim işim sevi için
Dostum evi gönüllerdir;
Gönüller yapmağa geldim.”

Yine Fuzulî’nin şiire kazandırmış olduğu hava bütün Klâsik Türk Şiirinde etki yaratmış, Nef’î, Nedîm, Nâbî, Şeyh Gâlip gibi şairlerin vücut bulmasına vesile olmuştur. Belli bir fikir etrafında şiirini ortaya koymuş, Farsça Divanı’nın ön sözünde “Bizden önce geçip giden eski dostlar ibare ve mânâları öyle yağma etmişler ki artık şiir meydanı bizim için çok daraldı. Âh, bu bizden önce gelmek yok mu?” diyerek şiirin döneminde itibarsızlaştırıldığını savunur.

Ama “Çöllerde dolaşan Mecnun’un mihnet ve elemini ‘âb-ı hayât’ çeşmesi kenarında oturanlara sorma. Âlemin dertsiz insanları bizim derdimizden haberdar değildirler. Derdin kadrini en iyi dertliler bilir.
Yâ Rabbi, bu şiirleri okunduğu meclislerde alaya alınan birkaç zayıf beyit yazıp onu dilenciliğe âlet eden ve güya şiirden anladığını anlatmak için lafız ve manaların inceliklerine ulu orta itirazlar eden bir takım insanların ayakları altında ezdirme.” Diyerek de gelecekteki dileğini bildirir.

Bugün bu iki büyük şair, Türk Edebiyatının zirve isimleridir. Çünkü şiir yazmak için yazmamışlardı/söylememişlerdir. Belli bir gaye etrafında, hem muhteva hem de şekil bakımından yazdıkları/söyledikleri üzerinde düşünüp bir ışık yakmışlardır. Dilin buradaki vurgusuna değinmek konudan uzaklaştırır bizi ancak şunu da söylemeden geçemeyeceğim, bütün bunların temelinde dil vardır. Fuzulî’nin Farsça Divanı’nı kimse bilmez ama Türkçe Divanı’nı birçok kişi bilir. Yunus Emre’nin 13. Yüzyılda yaşadığını kimse bilmez ama şiirleri tıpkı günümüzde yazılmış/söylenmiş gibidir.
‎ ‏
Şiir, usta bir şairin elinde hayat bulursa geleceğe seslenebilir. Şairin buradaki duruşu, şiirin hem muhteva hem de şekil bakımından kalitesini etkileyecektir. Sonuç olarak şiir, şair ve ideal kavramları birbirini tamamlayan unsurlardır. Birisi eksik olsa, diğer ikisi yarım kalır. Bu da şairin, şiirin ya da ideolojinin bir yanının eksik kalmasına, sanatın asıl maksadına ulaşmamasına neden olur. Diğer yazımda dönemimiz şairlerinin ideolojik yaklaşımlarına değinmeye çalışacağım.