BIST 10.267
DOLAR 32,28
EURO 34,80
ALTIN 2.413,13
HABER /  GÜNCEL

Kalemini mermi gibi kullanan yazar

Aksiyon'un Hürriyet'ten Mehmet Y. Ylmaz ile yaptığı röportaj ilginizi çekecek

Abone ol

Aksiyon'dan Cemal A. Kalyoncu, Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz ile ilginç bir röportaj yaptı. İşte Yılmaz'ın birbirinden ilginç açıklamaları:

Hürriyet Gazetesi’nin 23 Eylül 2006 Cumartesi günkü haberinden bir cümle: “Öğle ezanının okunmasının ardından koridora serilen hasırların üzerinde önce öğle namazı, ardından da cuma namazı kılınıyor.” İşte tam da bu konuydu, 1975 sonunda gazeteciliğe başlayan, 1985’te yöneticilik görevleri üstlenerek, erotik içerikli yayınlar dâhil 30 kadar dergi, ayrıca Spor, Fanatik, Radikal, Posta ve Hürriyet Pazar gibi gazeteleri çıkaran ve şu anda Doğan Dergi Grubu’nun CEO’su olan Mehmet Yakup Yılmaz’a anlatmak istediğim.
Haber, Trabzon Fatih Devlet Hastanesi’nde kılınan cuma namazı ile ilgiliydi. Söylemeye gerek yok cümledeki ifşaatı. Anlayanlar için ‘Bu yıl da oruç ramazana denk geldi’ türünde bir haberdi bu da.

Mehmet Yakup Yılmaz’ın, bize verdiği saatte başka bir randevuya yeni başlıyor olmasının üzerinde durmayacağım.

Hakikaten ihtiyaç hissedildiği halde bazı yerlerde mescit açılmasının karşısında olmasından tutun da yine bazı dinî konularda yanlış anlamalara meydan verecek yazılar yazmasını da konuştuğumuz Yılmaz, Hayrettin Karaman Hoca’nın bir yazısından alıntı yaparak şarap içmeye cevaz vermişti mesela. Ancak, bilenlere göre o yazıdan caizdir sonucu çıkmıyordu.

Medyanın, girişteki haber gibi 28 Şubat esintisi içeren yayınlar yapması konusundaki sorularımızı ‘Boş laf bunlar’ diyerek geçiştiren Yılmaz, medyaya olan güvensizliği de anlamış değil. Medyaya güvensizlik varsa, okurun neden hâlâ gazete almaya devam ettiğini anlayamadığını söyleyerek, vatandaşın, en çok güvenilen cumhurbaşkanı ile askerlere hiçbir sorun götürmemesine de mana veremiyor. 2001 krizinde Milliyet Yayın Yönetmeni olarak bazı yazarların işine son verirken şık olmayan bir yol izlemesini de konuştuğumuz Yılmaz’ın anlattıkları ile Şahin Alpay’dan dinlediklerim birbiriyle örtüşmüyordu ayrıca.

Türkiye’yi gerdiği düşünülen cumhurbaşkanlığı seçimini ise çok basite indirgeyen, Manastır göçmeni bir aileden gelen Mehmet Yakup Yılmaz, Yargı’nın başındaki iki kadın hukukçu Tülay Tuğcu ile Tansel Çölaşan’ın gelin-görümce olduklarını da bizden duydu!

Medyada ‘sırları ile Sabah’a gideceği’ yorumları yapılmasına ve Sabah’ta başlayacağı duyurulmasına rağmen Turgay Ciner’le aralarında hiç anlaşma olmadığını söyleyen Yılmaz, ketum birisi olduğunu, bir şeyler bilse de söylemeyeceğini ifade etti söyleşimizin sonunda. Fakat Hürriyet binasında karşılaştığım bir dostumun, “Sabah konusunda Aydın Doğan’a blöf yaptı” şeklinde ifadeleri, bu konunun orada bile, Yılmaz’ın söylediklerinden farklı şekilde konuşulduğunun bir göstergesiydi aslında.

FB’NİN MAÇI VARKEN PATRON DA ÇAĞIRSA GİTMEM

-Dinî mevzularda da yazılar yazıyorsunuz. Dikkatimi çekiyor. Sizin dini öğrenme konusunda bir girişiminiz oldu mu?

Şöyle oldu. Öğrenciliğimiz döneminde ortaokulda ve lisede din dersleri seçmeliydi. Ben din dersini seçmiştim. İlk bilgileri oradan aldım. Dindar birisi değilim belki dinin bütün gereklerini yerine getirmiyorum; ama birçok kişiden daha fazla şey okuduğuma da eminim bu konuda.

-Bir yazınızda Ümraniye’deki Carrefour’da mescit açılması talebini eleştiriyordunuz. Gittiniz mi oraya hiç?

Yok gitmedim.

-Siz orada mescit açılmasın dediniz ama.

Hayır, açılmasın demiyorum. Ben bazı şeylerin gösteriş için yapılmasına karşıyım. Şimdi Carrefour’da çalışan insanlar var. Carrefour uzun saatler açık. Evet orada belki mescit olabilir ama Çırağan Sarayı’nda defile yapıyorsan ve oradaki odalardan birini mescit diye ayırıyorsan, sonra da ortalık yerde kılınıyorsa namaz, bu, gösterişten başka bir şey değildir. İnsanların hayatlarında öncelikleri vardır. Eğer namazı zamanında kılmak senin birinci önceliğin ise, o saatte defile de varsa defileyi yapana telefon eder, gitmezsin. Mesela ben öyle yaparım. Fenerbahçe’nin maçı varsa, beni gazetenin patronu da davet etse, sekreterine telefon eder, derim ki ‘Ben o saatte gelemem.’

-Carrefour’da mescit bir ihtiyaç ama…

Belki o yazı eksik yazılmış olabilir. Ama orada bir gösteriş, bir dayatma hedefleniyorsa ona karşıyım. O amaçla yapılan camiye de karşıyım.

-Bir yazınızda da şarap içmeye cevaz verdiniz, Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak’taki yazısından (15.9.2006) alıntı yaparak.

Öyle yazdı, ben yazmadım ki.

-Ama o yazıdan öyle anlaşılmıyor. Orada sizin kaçırdığınız nokta şu. İnsan haram olan hayvanın etini de yiyebilir ama zorda kaldığında ve ölmeyecek kadar. Şarap da içebilir ama ölmeyecek kadar.

Yo, orada ölmeyecek kadar demiyor. Orada iyileştirici özelliği varsa içilir diyor.

-Ama devamı da var o yazının. Sözü şuraya getireyim. Mesela Hürriyet, Türkiye’de önemli gazetelerden biri. Bu gibi hassas konularda daha dikkatli kalem oynatmak gerekmiyor mu?

Ben dikkatli kalem oynattığımı düşünüyorum. O Yeni Şafak’taki yazıyı okursan miden bulanır. Çünkü bu devirde bile temiz su ile pis suyun tarifini yapmış. Oradan yola çıkarak kadınların beyaz akıntılarının dahi temiz ve içilebilir olduğunu iddia eden bir yazı. (Yazıyı okudum fakat Mehmet Yakup Yılmaz’ın dediği gibi bir sonuç çıkmıyor ortaya. Belli ki yanlış anlaşılma olmuş. C.K.)

-Orada anahtar cümle ‘hayatta kalmak gibi bir ihtiyaç halinde olmak.

Senin anahtar cümlen o. Ben de diyorum ki benim için kilit cümle ‘iyileştirici ve tedavi edici özelliği varsa’ cümlesi.

-Bunu da size bir doktorun, ‘başka çareniz yok’ diyerek söylemesi lazım. Bir ayet var. ‘Namaza yaklaşmayın’ diyor. Ama ayetin başında da ‘Sarhoşken’ kelimesi var. Şimdi dediğiniz gibi o tarafını alsanız namaza yaklaşmayacağız. Bütününü alırsak başka bir durum çıkıyor ortaya. Ona benzedi bu konu da. Neyse. 30’a yakın dergi, 5 de gazete çıkardınız. Geriye dönüp baktığınızda pişmanlıklarınız oldu mu?

Olmadı, hayır.

-Hiç mi?

Hayır.

-Ahmet Altan’la ilgili bir olay yaşadınız. Onun Almanya’da bir konferansta söylemediği lafları söylemiş gibi o dönemde üzerine gittiniz.

Ahmet Altan’la ilgili… Almanya bürosunun şefi ses kasetini dinlediğini, haberin doğru olduğunu söyledi. Ben de muhabirimi ve büronun şefini savundum. Sonra da bana söyledikleri şeylerin doğru olmadığı ortaya çıkınca ikisinin de işine son verdim. Ben de kendi imzamla gazetenin üstünden Ahmet Altan’dan özür dileyen bir yazı yazdım. Çıkan bir yanlış haber yüzünden muhatabından özür dileyen genel yayın müdürü hatırlıyor musun?

-Ahmet Altan’a soralım.

Kime istersen ona sor.

-Ahmet Altan’la aranızdaki buzlar eridi mi peki?

Aramızda buz yok ki erisin.

EVET KOVDUM

-2001 krizinde bazı yazarların işine son verdiniz, uygun olmayan şekillerde.

Bir gazeteyi yönetiyorsan ve bir ekonomik kriz çıktıysa yapacağınız şeyler bellidir. Bunlardan biri kadroyu azaltmaktır. Kadroyu azaltırken. Bir: Kimsenin tanımadığı, adlarını bilmediği, üç kuruş maaşla zor geçinen insanları çıkartabilirsin. İki: Zamanında iyi para kazanmış, bankada parası olan, üç-beş ay işsiz kalsa açlık çekmeyecek, çocuğunu aç bırakmayacak insanları atarsın. Ben de o yolu tercih ettim. Yani Zeynep Oral’ı attığım için mesela bütün kültür servisini işten atmam gerekmedi. Şahin Alpay’ı çıkarttığım için, onun servisinde çalışanları çıkartmam gerekmedi.

-Orada tartışılan kimleri çıkardığınız değil, nasıl çıkardığınızdı.

Neymiş yöntem?

-Şahin Alpay internet sitelerinden öğrenmiş çıkarıldığını.

Bu büyük bir yalan. O sabah geldim. Önce Yalçın Doğan’ı aradım, benden önceki genel yayın müdürü olduğu için. Odasına gittim, bizzat tebliğ ettim. Oradan çıktım Doğan Heper’e gittim söyledim. Sonra Umur Talu’nun odasına gittim. Yoktu. Sekreterine not bıraktım. Yazı işleri toplantısına indim. Toplantıda iken Umur Talu telefon etti. ‘Yalçın’la, Doğan Heper’le konuştum. Beni de onun için mi aradın?’ dedi. Ben de ‘Evet.’ dedim. ‘İyi o zaman ben gelmeyeyim artık’ dedi. Zeynep Oral’ın sekreterine not bırakmıştım. Ben toplantıda iken geldi. İçeride birileri vardı. Zeynep Hanım içeri girince ben ayağa kalktım ‘Buyurun sizinle konuşacaktım’ dedim. ‘Beni de mi kovdun?’ dedi. ‘Evet’ dedim. Yani ne diyeyim? Evet kovdum.

BU MECLİS CUMHURBAŞKANINI SEÇEMEZ DEMEK DELİ SAÇMASI

-Son günlerde medyada bazı yazılar çıkıyor. İrtica sezonu açıldı sanki. Size bir dönemi hatırlatıyor mu bu?

28 Şubat’la benzerlik kurmak istiyorsan bence hatırlatmıyor. Ne vesileyle çıktı bu haberler? İşte camide cinayet işlendi. Katil olduğu iddia edilen birisi linç edildi. Eleştirdiğimiz şey, şahsen benim eleştirdiğim şey soruşturmanın gerektiği gibi yapılmamış olması.

-Medya bütünüyle tekrar harekete geçince ister istemez hatırlanıyor 28 Şubat’taki o günler.

Bütün gazetecilerin hesabını ben verecek değilim. Ben o dönemde Radikal Gazetesi’nin genel yayın müdürüydüm ve hiçbir andıçı yayımlamadım.

-Size de geldi mi?

Her gazeteye geliyordu zaten. O takip merkezi mi tuhaf isimli bir yer vardı. Oradan gelen imzasız hiçbir haberi yayımlamadım. Kendi üzerime düşeni yaptım.

-Nasıl karşı koydunuz peki?

Öyle yani somut tazyik denebilecek bir şey olmaz. Nasıl olur? İşte o haberi bir muhabire verirler. O muhabir haberi geçer. İşte sen kullanmazsın. O muhabire derler ki sana bir daha haber yok falan yani. Çağırıp da öyle sopa gösterip bunu yayımlamazsan falan gibi böyle bir şey olmadı.

-Medya darbe girişimleri olan zamanlarda gerekli tedbirleri alamıyor. Olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra ortaya çıkıyor. Kendini hatırlıyor. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat olsun sonraki yıllarda baktığımızda medyanın hep işbirliği yaptığı çıkıyor ortaya.

Medyanın işbirliğinden mi söz etmeliyiz yoksa medyanın görevinin ne olduğundan mı? Onu bilmiyorum tam olarak. Yani eğer gazetecinin işi, o gün toplumda olan gizli kapaklı her şeyi yazmaksa ve o gün toplumda ne bileyim hükümet ile askerler arasında bir siyasî gerilim varsa, sonu darbeye ulaşabilecek gelişmeler oluyorsa gazetecinin görevi onu yansıtmaktır.

-Pusuda darbeyi beklemek değil.

Değil ama onu yansıtmaktır. O olayı gazetesine koymaktır. Şimdi bunu gazetene koyduğun zaman Türkiye’de belli çevreler bunu gazetecinin darbeye alet olması olarak yorumlar. Ama gazetecinin işi zaten bunu yayımlamak değil midir?

-Az önce ‘28 Şubat’ta gelen haberi kendimce uygun görmedim, yayımlamadım’ dediniz. Bu yapılamaz mı?

Bunu yapacaksın. Zaten gazeteci olarak işin bu.

-Yine düğmeye mi basıldı bu süreçte?

Yok bunlar boş laf. Öyle düğmeye basarak bu işler olmaz. Toplumsal hareketler, olaylar, büyük siyasî gelişmeler öyle birisinin bir gün karar vermesi ile olmaz. Bunlar biriken olayların sonucudurlar.

-28 Şubat’ta ortalıkta olanlar şimdi neredeler mesela?

Ama o gün sokakta idiler. Niye o gün sokağa çıktılar. Bunları askerler mi çıkarttı sence?

-Siz yayın yönetmeni idiniz o zaman.

Bilmiyorum. Bence askerler çıkartmadı.

-Ama birilerinin çıkarttığı kesin.

O çıkartan birileri bence Refah Partisi’nin içinde aranmalıdır. Şevki Yılmaz’larda arayacaksın onları. Emin olabilirsin. O cesareti onlara birisi verdi. O verenler büyük bir ihtimalle RP’nin içindeki bazı gruplardı.

-Bundan ne çıkar sağlayabilirlerdi ki?

Bilemiyorum ne hayal ettiklerini.

-Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye için ne ifade ediyor şu anda? Az bir zaman kaldı.

Cumhurbaşkanlığı seçimini ben o kadar önemsemiyorum. Meclis seçecek. Bugünkü Meclis’in meşruiyetini kabul ediyorsan seçeceği cumhurbaşkanının da meşruiyetini kabul etmek zorundasın. Bugüne kadar bunu hiç tartışmamışken, bugün cumhurbaşkanını bu Meclis seçemez demek deli saçması bir laf.

-Kâğıt üzerinde böyle.

Bu Meclis bunu seçer.

-Peki İlhan Selçuk’un cumhurbaşkanını ziyaret etmesi?..

Ya ne yaparsa yapsınlar. Sonuçta bu Meclis cumhurbaşkanını seçer. Recep Tayyip Erdoğan’ı mı seçer başkasını mı seçer onu bilmem. Yani ben cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük bir krize dönüşeceğini düşünmüyorum ama cumhurbaşkanlığı seçiminin üzerine böyle bir hava yaratılarak bundan siyasî sonuçlar elde etmek isteyenler elbette olacaktır.

ÇETE HİKAYELERİNİ ANLAMAKTA ZORLANIYORUM

-Kimin işine gelir bu?

Bence iktidarın. İktidarın ve parası, dövizi çok olanların işine yarar.

-Bu kadar basit mi cumhurbaşkanlığı seçimi?

Bence buna yakın basitlikte. Bu anlattığım kadar basit değil toplumsal, siyasî süreçler; ama cumhurbaşkanının ayın kaçında seçileceği belli bugünden.

-Sürpriz beklemiyorsunuz.

Nesi sürpriz olabilir? Kim diyecek ‘Hayır bunu seçmeyin. Onu seçin’ diye. Sonuçta Meclis’teki şu kadar milletvekili seçecek ve seçilene de saygı duymak zorundasın.

-Son dönemlerde ortaya çıkan çete hikâyelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anlamakta zorlanıyorum. Sonra dava açılıyor. Adamları serbest bırakmış mahkeme. Ya soruşturma yeteri kadar iyi yapılmıyor, kendisine çete süsü veren sadece adî suçlular yakalanıyor veya öyle bir çete olmadığı için de altından bir şey çıkmıyor. Derin uzantıları olan bir şeyin daha derin uzantılarını göremiyoruz.

-En son Almanya gezinizde yazdınız. İşte Almanya Başbakanı Merkel’in giyim tarzını ele aldınız. Ve Merkel’in giyiminin çok önemli olmadığını, dünya görüşünün önemli olduğunu söylediniz. Türkiye’ye geldiğimizde başbakanın eşinin başörtüsü ile uğraşıyoruz. Burada ikircikli bir durum yok mu?

Benim açımdan yok. Benim tanımım çok net. Ben insanların özel hayatında canları ne istiyorsa öyle giyinmelerinden yanayım. İstersen çarşaf giy, istersen mayo ile gez. Radikal’de de, Milliyet’te de defalarca yazdım. Beni ilgilendiren kamusal alan dediğimiz alanın sınırı. Kamusal alanı tabii sosyolojik bir kavram olarak kullanmıyoruz burada. Yani evin kapısının dışına çıktığım anda kamusal alana çıkmış oluyorum. Bunu kastetmiyorum. Ben, kamu hizmeti veren ve kamu hizmetinden yararlananlar ayrımı yapıyorum. Herkese eşit kamu hizmetini vermekle yükümlü olanlar dinî, siyasî, sosyal semboller taşımamalıdırlar. Ama kamu hizmetinden yararlanan söz konusu olduğunda o onun özel hayatıdır. Hastaneye giden hasta, işte uçağa binen yolcu, aynı şekilde öğrenciler için de geçerlidir bu. Kamu hizmetinden yararlanmak için bir kılık kıyafet yönetmeliği olmaz. Öğrencilik kamu hizmeti almak demektir. Dolayısıyla canı nasıl isterse öyle giyinir.

-Doğan Grubu POAŞ şirketinden dolayı büyük bir ceza aldı. Bunun yayınlara yansıdığını, bir kırgınlığa yol açtığını düşünüyor musunuz?

Yoo. Niye? Açmaz. Bir etkileme olmadı. Çünkü Doğan Holding ile Doğan Yayın Holding’in iki ayrı holding olmasının nedeni budur zaten.

MEDYAYA GÜVENMEYEN NEDEN GAZETE ALIYOR

-Emin Çölaşan’ın eşi Tansel Hanım Danıştay Başsavcısı oldu. Tülay Tuğcu da Anayasa Mahkemesi Başkanı. Yani gelin-görümce yargının başında yer aldı. Bu konuda bir satır yazı çıkmadı sizde galiba.

Bunlar gelin-görümce mi onu bile bilmiyorum. -Evet.

Zannetmiyorum.

-Medyaya duyulan güven neden azalıyor?

Şimdi her ankette giderek düşüyor ama gazete satışlarında ve TV izleme oranlarında bir problem görmüyorum.

-Ama bu sorunu ortadan kaldırmıyor.

O anketlerde güvenmiyorum diyen insanlar güvenmiyorlarsa niye satın almaya devam ediyorlar. Onu da anlamıyorum. Hakikaten bence bunlar boş laflar. Ben şuna bakarım. Sonuçta Türkiye’de insanlar başlarına bir şey geldiğinde polisi arıyorlar, polise güvenmiyorlar. Siyasetçiyi arıyorlar siyasetçiye de güvenmiyorlar. Gazeteleri arıyorlar bir de ama gazetecilere de güvenmiyorlar. Cumhurbaşkanına güveniyor ama cumhurbaşkanını hiç arayan yok. Askere güveniyor ama askerin kapısına gidip de ‘benim şu sorunumu çöz diyen’ yok. Bu nasıl bir şey? Ciddiye almıyorum o araştırmaları. Bana güvenmiyorsa niye her gün bin tane mail geliyor bana?

-Anılarınızı yazıyor musunuz?

Yazıyorum ama Hasan Cemal gibi dedikodu yazmıyorum doğrusunu isterseniz. Ben çok yayın çıkarttım. Ve her yayının da kendine özgü bir gelişme süreci oldu. Oralarda önemli dersler çıkabilir diye düşünüyorum gelecekte gazetecilik okumak isteyen gençler için.

-Sizinle ilgili bir söz var yine. Kalemini mermi gibi kullanmaktan çekinmiyor diyorlar.

Öyle mi diyorlar. Yo ben böyle yaptığımı düşünmüyorum. Ben diğerlerinden farklı olarak ne düşünüyorsam onu yazarım. Lafı eveleyip gevelemem. Ne düşünüyorsam onu söylemeye çalıştığım için de böyle düşünülüyor olabilir.

-Sabah’la anlaştınız. Gazetede duyuruldu. Sonra ne oldu?

Tam anlaşmamıştık aslında. Ben buradan ayrılmadan resmî bir anlaşma yapıp gitmedim oraya. Onu doğru bulmadım.

-Oturdunuz konuştunuz ama

Konuştuk, sonra buradan ayrıldım. Tekrar konuştuk. Anlaşamadık.

-Anlaşmadığınız halde Sabah’ta niye duyursunlar o zaman?

Onu o zamanki gazetenin yöneticisi Ergun Babahan’a sormak lazım. Neden yazmak ihtiyacını hissetmiş?

-Yine duymamışınızdır belki, ben söyleyeyim size. ‘Sırları ile geliyor’ dediler.

Ne sırrım varmış ki!

-Bilmiyorum. Ben bunları sormak için buradayım.

Bilmiyorum. Ben zaten ketum bir insanım. Kimseye sır mır anlatmam.

-Röportaj boyunca hep ‘boş laf’ diyerek geçiştirdiniz, konuşmadınız zaten.

Sır mır yok. Olsa da söylemem zaten.

-Sorulara verdiğiniz cevaplar ketum bir insan olduğunuzu ortaya koyuyor zaten.

Evet ben az konuşuyorum.

-Ertuğrul Özkök’ün yerinde gözünüz var mı? O da söylendi hakkınızda?

Yok. Ertuğrul Özkök’ün yerinde gözüm olsaydı daha önce olurdum zaten. Hürriyet Gazetesi’ne genel yayın müdürü olma şansım vardı.

Kaynak: www.aksiyon.com.tr