BIST 10.644
DOLAR 32,20
EURO 35,01
ALTIN 2.499,47
HABER /  GÜNCEL

İslamcılar ve komünistler elele!

Taksim'de kılınan cuma namazı ve namaz kılanlara öürülen etten duvar ilk kez görülen bir manzaraydı. Adnan Berk Okan Gezi Parkı'nda yaşadıklarını böyle analiz etti;

Abone ol

ADNAN BERK OKAN / (ANALİZ)

Tarih:
10 Şubat 1969...

İslamcı mücahit ve müçtehit(!) Mehmet Şevket Eygi’nin “Bugün” gazetesinin birinci sayfa manşet haberin başlığı şöyle idi:

"Amerikan 6. Filo'sunun Türkiye’de bulunması Türkiye’nin zararına değildir"

Ve gazetenin yayımlandığı o gün; rutubet ve soğuk birleşmiş İstanbulluların içini üşütüyordu…

Ve aynı gün ABD Akdeniz’de görev yapan 6. Filo’su karadan askeri kuvvetler ve polis, denizden de donanmaya ait hücumbotlarımızın koruması altında Dolmabahçe ve Beşiktaş açıklarına demirliyordu.

Dönemin İslâmcılarının en etkin ve güvenilir kanaat önderlerinden biri olan Mehmet Şevket Eygi 6. Filo’nun zararsız olduğunu yazar; Amerikalı deniz erlerine ve subaylarına kucak açarken; zamanın solcu üniversitelileri ise 6. Filo erlerini karaya çıkartmamaya ve bu Filo’yu Türkiye’den kovmaya ant içiyorlar; “Go home yanke!” nidaları ile bütün Dolmabahçe’yi inletiyorlardı…

Amerikalı erler gemiden inmeye korkmuşlardı…

Ne var ki “mücahit” yazar Mehmet Şevket Eygi’nin gazetesi “Bugün” haberi öyle değil de şöyle veriyordu:

“6.Filo geldi ve demirledi. Solcular karşılarında orduyu görünce sinip oturdular.”

İletişim bugünkü kadar geniş imkânlara sahip olmadığı için İslamcılar Eygi’ye inanıyor; Türk komünistlerini püskürten Amerikalılarla gurur duyuyorlardı…

O günkü komünistlerin lideri konumundaki Harun Karadeniz ise olaylara meydan vermeden direneceklerini söylüyor yönettiği üniversiteli gençleri; “Bağımsız Türkiye” diye bağırtıyordu…

Polis olaylara müdahale ediyor 15 öğrenci yaralanıyor, 20 öğrenci de gözaltına alınıyordu…

Evet efendim…

İlk günün galibi komünist Türk gençleri idi…

Peki ertesi gün (11.Şubat) ne oldu?...

Tabii ki Mehmet Şevki Eygi, İslamcılar ve tabii ki gemiden inip Beyoğlu pavyonlarını ve genelevleri dolduran Amerikalı askerler kazanıyordu…

Aylardır denizlerde kadın sesi bile duymayan erler karaya çıkıp genelevlere uğramak için can atarken; üniversiteli komünist Türk gençleri, “sizi karaya çıkartmayız, defolun evlerinize, Yankee Go Home!” diye bağırarak genelevlerde icra-i sanat eyleyen kadınların namuslarını koruyorlardı…

Daha fazlasına güçleri yetmeyip; Eygi’nin İslamcı gazetesi Bugün de Türk öğrencilerin o direnişlerini “Kızılcıklar (üniversiteli solcu Tük gençleri) dün de tehdit ve tecavüze devam ettiler” diye verince İslamcılar başta olmak üzere mütedeyyin kamuoyu da 6. Filodan yana tavır alıyor, “kızılcıkları” lanetliyordu…

İşte tam da o sırada; daha önce yargılandığı bir davada hapis cezasına mahkûm olan Eygi, “Hacca”(!) giderek cezaevine girmekten kurtuluyordu…

Ama…

Eygi Mekke’de de rahat durmuyor; oradan yazdığı yazılarla “cihat” çağrıları yapıyordu…

Üniversiteli solcu gençlerin namuslarını korumak için göğüslerini siper ettikleri genelev kadınlarının Amerikalı denizciler tarafından becerilmesi adeta “mukadderat” haline gelmişti…

Ve öyle de olmuştu…

14 Şubat tarihli Bugün’de yayımlanan yazısında şöyle diyordu:

“16 Şubat Pazar günü, gün doğmadan Bayezıt camiinde toplanınız! Kâfirler bizim cemaatimizi görünce hapı yutar zaten” diyordu...

“Kâfirler “ kimler miydi?..

Tabii ki; Taksim Meydanı’nda toplanmış 6. Filo’ya “go home yankee!” diye haykıran; genelev kadınlarını becermelerini önlemek için canlarını tehlikeye atan komünist(!) Türk gençliği idi…

Neyse…

Uzatmayayım da 44 yıl öncesine niçin döndüğüme geleyim…

Taksim Meydanı’ndaydım…

Barbaros’ta bindiğim taksici, Taksim’e giden bütün yollar kapalı olduğu için, döndü dolaştı ve beni Cemal Reşit Rey’in hemen arkasındaki itfaiyenin önünde bıraktı…

Yürüyerek gitmekten başka çarem yoktu…

Günlük yürüyüşümü akşamüzeri yapacağımdan dolayı kösele ayakkabı giyip de çıkmıştım evden…

Yani zor oldu benim için Taksim’e kadar yürümek…

Hele bir de Elmadağ’da Çınaraltı’nın önünden geçerken beni en az “biber gazı” kadar etkileyen nargile kokusunun içine dalmayayım mı?..

“Ölüyorum” sandım…

Aceleyle Divan Oteli’nin önüne attım kendimi…

Ve az sonra çadır kentteydim…

“Çadır kent” dediğim tabii ki Taksim Gezi Parkı idi…

Ne ararsanız vardı derde devadan gayrı…

Adeta bir küçük komün kurulmuştu…

Her çadırlı ve çadırsız gurup (ve birbirlerinin dini ve siyasi ve sosyolojik ideolojilerine hiç aldırış etmeden) “aaa; almazsan ölümü öp” sevimliliği ve alaturkalığında karşılıklı olarak ihtiyaç takası yapıyorlardı…

Bir ara, kendilerinin “çapulcu” olduklarını söyleyen ve bu konuda (çapulcu olmak isteyenlere) ders vermek istediklerini belirten gençlerle konuştum…

Çapulcunun ne demek olduğunu sordum:

“Varoşlu olmak” dedi biri…

Diğeri “cebinde parası olmayan” diye tanılarken; bir diğeri “gariban demek amca” dedi yürek yakan bir ses tonuyla…

“Eyvallah!” deyip yanlarından ayrılırken henüz yirmili yaşların ilk yarısını yaşayan bir genç kız; “çapulcu demek mangal gibi yürek demek amca” diye haykırdı arkamdan…

Dönüp baktım…

Göz göze geldiğimizde hınzırca gülümsüyordu…

Bir kez daha “eyvallah!” deyip yürümeye başladığımda aynı genç kızın sesi kulaklarımda patladı:

“Bize ‘yürekli’ diye yutturulan bir başbakan gerçek yüreklilerin biz çapulcular olduğunu bilseydi eminiz ki ‘çapulcu’ demezdi…”

Yürüdüm gittim…

Yeşilcilik oynayan (yüzlerine de gülerek aynen öyle söyledim, onlar da gülümseyerek karşıladılar) gençlerin yanına gittim:

Hem de “selamün aleyküm” diye verdim selâmımı…

“Aleyküm selâm” diye aldım cevabımı…

Hep birlikte gülüştük…

“Yahu üç – beş ağacı koruyacaksınız diye az daha Beyoğlu’nu yakacaktınız” dedim bana karşı saygılı davranışına güvenerek ve yanmış, yakılmış, yıkılmış Starbuck’u gösterip devam ettim; “bu manzarayı içinize sindirebiliyor musunuz?”

“Hayır” dedi içlerindeki en genci… “Biz yapmadık, yapanları da kınıyoruz”…

Bir diğeri ki az öncekinden en az beş – altı yaş büyük gösteriyordu…

“Biz aldatılmış olduğumuz için bazı şeyleri hazmedemiyoruz” dedikten sonra akıcı bir şekilde sürdürdü konuşmasını:

“Koç üniversitesi ağaç kesmiş de Başbakan dava açmış da kazanmış da falan filan… Ama amca siz üçüncü köprünün ayak temellerinin atıldı teri gördünüz mü?”

“Hayır, görmedim”…

“Görmeyin amca yüreğiniz yanar, ağlarsınız…”

“Neden?”

“Amca; Koç üniversitesinin otuz bin ağaç kestiğini ve o nedenle dava açtığını söyleyip hava atan başbakan üçüncü köprü için daha şimdiden en az yüz bin ağaç kestiğini unutmuş galiba…

Başbakan’ın ya ahlâk sorunu var ya da hafıza”…

Bir başka genç, arkadaşının az önce söyledikleri üzerine Başbakan’a kişisel küfür edince elimle ağzını kapadım…

“Arkadaşın gibi Başbakan’ı eleştirebilecek argümanın varsa söyle; yoksa sus, küfür etme, arkadaşlarının haklılıklarına da gölge düşürüyorsun”…

Diğerleri de bana hak verdiler…

Küfürlü konuşan genç özür diledi…

Ben de yanağını okşayıp küfür ve hakaret etmeden, iftira da atmadan Başbakan için her şeyi söylemeye hakları olduğunu hatırlattım.

İlk fırsat bulduğumda üçüncü köprü’nün yapılacağı yere (Maden tarafıymış galiba) gidip fotoğraf çekeceğimi ve Koç Üniversite’sinin kestiği ağaçları hatırlatan Başbakan’a soracağıma söz verdim…

Az sonra çimene serilmiş genç ve güzel kızların önünden geçiyordum…

İçlerinde ikisinin başları örtülüydü…

Eh yani…

Bu ikisi ya muzır ve çevreci ve Ak Partiliydiler…

Ya da sadece muzır ve çevreciydiler; Ak Parti’nin ise yanından bile geçmemiştiler…

Orada bulunuş sebebim insanların ideolojilerini tespit olmadığı için sorgulamadan yoluma devam ettim…

Tanıdık bir ses:

“İncinse de incitme!” diyordu…

Aynı tanıdık ses hemen arkasından,

“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana!” diye devam ediyordu…

Hemen sesin olduğu yere doğru yürüdüm…

Anti Kapitalist İslamcıların fiili lideri İhsan Eliaçık “Allah-ü Ekber” deyip iki elini kuşlaklarına götürüyordu…

Evet…

İslamcılar Cuma namazı kılıyordu…

Komünistler ise başlarına polis tarafından bir hal getirilmesin diye etrafı kolluyorlardı…

Türkiye’de bir hafta öncesine kadar hiçbir Başbakan ya da devlet başkanı; Komünistlerle İslamcıları birbirleriyle böylesine samimi, dostça, uygarca ve yüreklice bir araya getirmemişti…

Yani; Başbakan’ın öfkesi, inatçılığı, kibri eleştirilebilir tabii ama İslamcılarla Komünistleri birbirlerine “kardeş” yapışı da alkışa değer yani…

Helâl olsun vallahi…

Az daha unutuyordum:

31 Mayıs 2013 sabahında kimin tarafından başlatıldığı halen bir sır gibi saklanan o biber gazı saldırısı olmasaydı var ya; Taksim Gezi Parkı bugünkü kadar “(fiziki olarak) kirlenmeyecek”; ekonomi böylesine büyük yara almayacak; toplum böylesine gerilmeyecekti…

Deyin ki o kendini bilmez o “hain” saldırıyı başlattı…

Başbakan hemen olaya müdahale edip;

“tamam gençler; polisimiz adına hepinizden özür dilerim; insanlar birbirleriyle kavga ederek iletişim kuramazlar. Siz sakin bir şekilde Gezi Park’ında tatiliniz yaparken falanca çalışma arkadaşlarım da siz dinleyip hangi noktalarda uzlaşabileceğimize karar verilecektir” deseydi Türkiye bu çirkin, eminim ki çok büyük çoğunluğumuzun unutmak istediği “karanlık dönemi” yaşamayacaktık…

Yahu efendiler!...

Yani, Sayın Başbakan’ın yakın çevresi…

İçinizde Başbakan’a Hudeybiye’yi ve Halife Memun’a yüreklice “ağzın kokuyor” diyerek Halife’yi büyük bir hastalıktan kurtaran Cariye kadar cesur bir yürek çıkmayacak mı?..