BIST 9.717
DOLAR 32,56
EURO 34,96
ALTIN 2.446,62
HABER /  GÜNCEL

Erdoğan, Puluru niye kızdırdı?

Basının yaşayan efsanesi Hasan Pulur İnternethaber’e konuştu. Tayyip Erdoğan, "Hasan Abileri" nasıl karıştırdı?

Abone ol

Milliyet Gazetesi’nin abide ismi Hasan Pulur, Cumhuriyet’in kuruluş çalışmalarına katılmış bir askerin çocuğu olarak Atatürk ilkeleriyle büyüdü. Pulur’un “kırmızı çizgisi” Cumhuriyet’in temel değerlerinin değiştirilme istemiyle çizilmiştir. Altı yaşında gördüğü Mustafa Kemal Atatürk’ü kalbinde, kaleminde, sütununda yaşatır.

Cumhuriyet’i koruma mitingleriyle Türkiye’de farklı rüzgarlar esmeye başlayınca Hasan Pulur, İnternet Haber’in “Pazartesi Konuğu” olarak kendiliğinden öne çıkıyordu. Hasan Abi öyle elinde teyple, kamera ile gelen herkesle konuşmaz. Zaten fazla konuşmayı sevmediği gibi “ahkam kesmek” adına fazla konuşanlardan da hazzetmez.

Hasan Pulur ile bu söyleşiyi yaptığımız zaman “27 Nisan Muhtırası” gibi bir sarsıntı ihtimali yoktu. Konuşmamızın finalinde “askerlerin siyaset içindeki yerini” anımsattığımda çok net bir yanıt verdi:
-Askerlerin siyasetin dışında kalmaları konusunda karşılıklı özen gösterilmelidir!

Pulur’un bu önerisinin ne kadar yaşamsal olduğu iki gün sonra ortaya çıktı. İktidar partisinin Cumhurbaşkanı adayı konusundaki “Milli Görüşçü” ısrarı, Cuma gecesi internet üzeriden yapılan ilk askeri müdahaleyi getirdi. Böylece askerlerin siyaset dışında kalmaları için gerekli özen karşılıklı olarak ihlal edildi. Türkiye’nin dünyadaki yeri yeniden tartışılmaya açıldı:
-Laik Cumhuriyet mi, İslamcı demokrasi mi?

Hasan Pulur ile şimdiye kadar “en politik” söyleşiyi
yaptığımıza inanıyoruz. Aşağıda göreceksiniz, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, gazeteciler, gazete patronları, açılan sütunlar, kapanan gazeteler, bağımsız Kürdistan, Kürtçe öğrenmek zorunda kalacak Türkler, Türkçe haber dinlemek zorunda olan Kürtler, ne ararsanız var.
Tabii onun bir marka olarak benimsediği “dinazorluk
hakkındaki görüşlerini de
eklememiz gerekiyor. İlgiyle okuyacağınızı umuyorum.

-Son dönemde cumhuriyeti koruma refleksi gelişti. Cumhuriyet kendisini, yurttaşlarına karşı niçin korunacak hale düştü?

“Cumhuriyeti anlatamadık!.. Bu eskilere dayanan bir mesele… Tanzimat Fermanıyla birlikte devlet fikir de değiştirdi. Hatta ‘gâvura, gâvur denmeyecek’ dendi. O günden beri her zaman yenilikçi fikirlere karşı çıkıldı. 31 Mart bunun bir benzeridir. Din elden gidiyor dediler. Hâlbuki böyle bir durum yoktu; ama başka tutunacak dal olmadığı için bu kullanıldı. Sonra Kurtuluş Savaşı’na geçtik. Ardından 1950 Demokrat Parti iktidara geldi. Bunların hepsi mevcut cumhuriyet rejimine tepkidir. Bu tepki yeni bir şey değil. Giderek daha çok büyüdü. Daha kuvvetli olmadı, daha fazla ses çıkarır hale geldi. Refah Partisi’nin iktidara gelişi AK Parti’nin iktidara gelişi bu karşı duruşun sonuçlarıdır. Bana göre bugün iktidardakiler hiç de onlardan ayrılmış değillerdir. Bugün iktidarda takıyye vardır!”

-Siz Tayyip Erdoğan’ın değiştiğine inanmıyorsunuz…

“İnanmıyorum. Benim cumhuriyetten ayrıldığıma inanabilir misin? Biz sosyal devlet, laik cumhuriyetten yanayız. Amaçları, şeriat esaslı bir devlet kurmaktır. 14 Nisan Tandoğan Mitingi tarihi bir olaydır. Cumhuriyet’in temel yasalarını değiştirmek için gayret gösterenlere karşı bir uyarı olmuştur.”

-Son dönemde olan olayları siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Danıştay Baskını, Hrant Dink cinayeti ve en son Malatya…

“Bunlar münferit değil bir kere. Ne çapta örgüt olduğunu bilemiyorum. Hıristiyanların Müslümanları eziyet etmek istedikleri, din değiştirtmeye zorladıkları gibi yaygın bir düşünce var… Bu Türkiye’de her zaman olmuştur. Türk toplumu çok zulüm görmüştür. Ben çocukken annemin kesin talimatı vardı: Berber Kosmo’ya gidilmeyecek!.. Çünkü işgal altındayken yere Türk bayrağı sermiş ve öyle içeri girip çıkmış... Mesela Fırıncı Aleko. Mutlaka ekmekten çalardı. Kurtuluş Savaşı’ndaki işgalden sonra gelişen tepki bu. Yunan askerlerinin yaptıklarını hala anlatanlar var. Türk tarihinde soykırım yok. Karşılıklı katliam var. Almanların Yahudilere yaptığı gibi bir soykırım yok. 1915 olaylarındaki o katliamın çoğunu da Kürtler yapmıştır.”

      ERDOĞAN ‘SEN’ DEYİNCE
“İstanbul Belediye Başkanı’yken beni aradı.
Bir yangın çıkmış iki hostes kız yanarak ölmüştü. Bunlar da evin önünde şarap şişeleri bulundu falan diye gerekçeler uyduruyorlar. Ben de ‘şarap şişesini bırakın da merdiven alın’ diyen bir yazmıştım. Telefonda konuşurken bana ‘sen’ diye hitap etmeye başlayınca, İstanbul Belediye Başkanı olduğu için ona ‘siz’ dediğimi, kendisinin de aynı şekilde hitap etmesi gerektiğini hatırlattım. Ben böyle konuşurum diye yanıt verince suratına kapattım telefonu!..”  

EN YAKIN ARKADAŞIM DİKLAN’DI

-Siz küçüklüğünüzde gayrimüslimlerle büyüdünüz.

“Benim en iyi arkadaşım Dikran’dı. Paris’te elektrik mühendisi, mahalle arkadaşımdı. 6 – 7 Eylül’e kadar biz onlarla çok iyi geçindik. Onları Türkiye’den koparan bazı nedenler var. Bunları harekete geçiren mekanizma var. Annem o gece eve iki tane Rum saklamıştı. Ben karakoldan telefon ettim ‘anne nasılsın’ diye… O zaman polis muhabiriyim tanıyorum karakoldakileri…

PAPAZI BULDUN RUM’UNU ARIYORSUN

-6 – 7 Eylül’ü muhabir olarak izlemiş bir gazetecisiniz. Aklınızda epeyce şey kalmıştır. Bazılarını aktarır mısınız?

“Taksim’de Atatürk Kültür Merkezi’nin olduğu yerde karakol vardı. Pazar günü Şişli varoşlarından insanlar Taksim’i görmeye gelirdi. O gün öyle farklı sosyal gruplardan insanlar gayri Müslimlerin yaşadıkları Şişli’ye, Taksim’e, Beyoğlu’na doğru akmaya başladılar. Ne buldularsa sokaklara atıyorlar. Sonra sıkıyönetim ilan edildi. Ertesi gün soruşturma başladı; ama kimi bulurlarsa içeri alıyorlardı. Bütün kışlalar ana-baba günü. 100 kişilik kışla 500 kişilik olmuştu. Ben İkinci Şube’ye gidip ifade verdim. Yeniköy’de oluyor bu olay… Bazı papazların tahrik ettiği hakkında bilgi geliyor. Karşı taraf da suçlanacak ya… Rum papazı da ihbar ediyorlar. Yeniköylü yaşlı başkomiser yakaladığı Rum papazını alıp vapura biniyor, Bebek’e gelip, oradan Eminönü tramvayına atlıyorlar. Papaz Ortaköy’de tramvaydan kaçıyor. Başkomiser ne yapsın? Ortaköy’de gördüğü ilk papazı tutup, 1. Şube’ye getiriyor. Sıkı sıkı tembih ediyor: Başına bir şey gelmesini istemiyorsan, sakın konuşma. Papaz hiç konuşmuyor. Bir gün, iki gün, üç gün geçiyor. Papaz hala içerde, en sonunda konuşuyor.
‘Ben Rum değil, Ermeni papazım’ diyor. Peki üç gündür niye konuşmuyorsun? Valla beni getiren başkomiser öyle söyledi, başına bir şey gelmesini istemiyorsan adını bile söyleme dedi. Ben de konuşmadım. Sonra başkomiseri çağırıyorlar, nedir bu rezalet? Valla bana bir papaz getir dediler, ben de getirdim. Papazı buldum, Ermeni’sine Rum’una karışmam onu da siz halledin artık!”

ERMENİLERİ HEM SEVERİM HEM KIZARIM

-Ermenileri hem seviyor hem de çok sert eleştiriyorsunuz. Bu iki farklı ruh hali nasıl bir arada bulunuyor?

“Ben uzun yıllardır İstanbul’dayım. Rumların ve Ermenilerin İstanbul kent kültürüne çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Yemek kültürüne, el sanatları kültürü vs. 6 – 7 Eylül’den sonra onların gitmelerine razı değildim… 6-7 Eylül bir kara lekedir! Ama öte yandan da haksızlık olmasına dayanamıyorum.”

-Nasıl bir haksızlık?

“Soykırımla Türkiye’yi suçlarsan ben de kendimi savunurum. Adamın niyeti zaten soykırımın hesabını sormak değil. Buna karşı çıkınca Ermeni düşmanı damgasını yiyorsunuz. Ermenistan kendi anayasasına koymuş… Önce tazminat istenecek sonra da toprak isteyecekler. Buna karşı biz de kendimizi korumayalım mı? Bu olay tek değildir. Bizim de yaptığımız şeyler var, kabul. Ama Fransa’da Katolikler 2000’e yakın Protestanı katlettiler. Almanların Yahudilere yaptıkları da ortada.

KÜRDİSTAN KURULSA KİM GİDER?

-Türkiye’nin başı Kürtlerle de dertte, sizce neden?

“Bugün Amerika’nın Irak’tan çekildiğinde yerine adam bırakması gerekiyordu, Kürtleri yetiştirdi… Gerillaları eğitti. Olaylar iç içe girmiş durumda. Türkiye burada mazlum!..Hem terörü önlemeye çalışıyor, hem de oraları (Doğu-Güneydoğu) kalkındırmaya uğraşıyor. Oranın insanı kalkınmak konusunda, yatırım konusunda samimi değil gibi görüntüler oluşturuluyor. Yatırım için teşvik veriliyor, adam o parayı alıp Batı sahillerinde otel, benzin istasyonu açıyor, inşaatçılık alanlarına giriyor. Kendi insanına iş imkanı yaratma konusunda devlet kadar samimi değil…”

KÜRTLERE İNSANCA YAŞAMA HAKKI TANINMALI

-Kuzey Irak’ta Kürdistan kuruldu. Müthiş bir iş potansiyeli ortaya çıktı.

“Bizim Kürtlerle iç içe geçmiş bir durumumuz var. İstanbul’un varoşlarından çıkıp Kürdistan’a geri dönmez. Kürdistan kurulsa bile… Benim karşı olduğum, tatlı su demokratları: Bunlar Kürtçü oluyorlar! Ben Kürtlere karşı değilim. Bir olay anlatayım. Hayri Kozakçıoğlu Olağanüstü Hal Valisi. Bir Avrupa Heyeti gelecek. Hayri Kozakçıoğlu da gidilecek köyleri geziyor çok bağırıp çağırmasınlar diye. Kahvede kalkıp ‘biz Kürt’üz’ demeyin diye tembihliyor. Sonra kahveden biri arkasından sesleniyor: Vali bey ama biz Kürt’üz!.. Tayyip Erdoğan Kürt sorunu vardır ve benim sorunumdur dedi, peki ne oldu? Herkes ihmal etti Kürt olayını. Aynı şey Demokrat Parti zamanında da oldu. Çok partili sisteme geçerken İsmet Paşa Celal Bayar’a diyor ki, doğuda örgütlenmeyin! Sonra hâkim olamazsınız. Bu korkunun maddi temeli de var: Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt İsyanları çıkıyor. Hepsini İngilizler çıkarıyor! Kürtler haklı olarak insanca yaşamak istiyor. Bizim de onlara insanca yaşama hakkını tanımamız lazım!”

BİZ DE KÜRTÇE ÖĞRENİRDİK

-1991 yılında bir Kürt işadamı ile konuşuyordum. Sizin beş kanalı televizyonunuz (TRT) var. Madem kardeşiz bir tanesini bize verseniz de babam haberleri televizyondan Kürtçe izlese, ne olur? Hasan Pulur olarak siz ne dersiniz?

“Ona sormak isterim: Peki, sen neden Türkçe öğrenmiyorsun? Neden çocuklarına eşine Türkçe öğretmiyorsun. Orta doğuda hiç bir şey tek yanlı değildir!

-Eğer Kürtlerin egemen olduğu bir ortamda yaşasaydık, onlar da bize ‘siz Türk değil, Kürtsünüz, lütfen Kürtçe öğrenin’ deselerdi ne olurdu?

“Bu toprakların yüzyıllardır süren yasaları gereği, o zaman biz de Kürtçe öğrenirdik!”

-Sizin Kürtlerle ilgili sıcak anılarınız var siyasi olmayan…

“Çeşme’de bizim yazlığın orada bir inşaat vardı. Kürt bir çavuş var. Çalışanları da Kürt. Bir gün sabaha karşı 04.00’te bir gürültü koptu. Bunlar beton dökecekler; ama nasıl yüksek sesle çalışıyorlar, bağırtılar, çağırtılar, türküler gırla gidiyor. Uyanıp bağırdım onlara, sesleri azaldı. Öğlen oldu çavuş bana geldi: “Ağabey biz Kürtüz diye bağırıysen değil mi?” dedi. Ben de “Hayır Kürt olduğunuz için değil” dedim: Ayı olduğunuz bağırdım! Sabahın köründe avaz avaz bağırılır mı oğlum? Siz Kürtsünüz diye bize tatilde uyku haram mı?” dedim. Milliyetçiliği öyle sokmuşlar kafasına… O, sana uyku uyutmazsa sorun yok, sen kalkıp ‘hop, susun da uyuyalım’ dersen Kürtleri ezmiş oluyorsun!

GAZETE VE DERGİ KAPATMAK

-Son bir ayda iki tane büyük yayın organı kendi isteğiyle yayın hayatına son verdi. Bunların temel özellikleri, muhalefet eden yayın organlarıydı. Biri Gözcü, diğeri de Nokta. İkisi de patron tarafından kapatıldı. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Türk basını her gün geçmişte yaşamadığı olayları yaşıyor. Gözcü son sayısında ‘Cumhurbaşkanlığı sana yakışmaz’ başlıklı yazımı kullanmıştı. Telefon açtım, ‘beni de mi kovduracaksınız?’ dedim. Gözcü’dekiler ‘Biz kapandık sen de kovul!’ dediler. Muhalif bir tarafı da vardı tabii… Genel Yayın Yönetmeni Rahmi Turan açıkladı, zarar ediyorduk dedi.
                                                            
DİNOZORLARIN ŞAHI!
Bana ‘hırsız’ diyemezler. ‘İkiyüzlü’ diyemezler. Gazeteciliğini kullanarak devleti soyuyor diyemezler. Bir tek dinazor diyebilirler. Olsun desinler, hatta dinozorun şahı desinler!

Ama şunu da söyleyeyim: Benim genç gazeteci arkadaşlarımdan oluşan bir grubum var. Yılda birkaç kez toplanıp yemek yiyoruz. Onlar kendilerine ‘Hasan Pulur ve Genç Dinazorları” adını takmışlar. Yani arkamızdan geliyorlar!..” 

-120 bin tirajlı Gözcü zarar ediyorsa, aynı grubun 35 bin tirajlı gazetesi günde üç kez kapatılırdı, ne dersiniz?

“O mantıkla bakıldığında haklı olabilirsin. Fakat Rahmi Turan da bazı sıkıntıları kabul ediyordu. Gazete erken baskıya girdiğinden futbol maçlarının sonuçlarını yayınlayamamaktan dert yanıyordu. Öğrendiğime göre Gözcü’de çalışanlar diğer gazetelere kaydırılmışlar.”

-Nokta?

“Bu yayınlar niye çıkar, niye kapatılır? Bunlara acaba bir maksatla mı çıkarıldı? Mesela oramiralin anılarını yayınlayacak bir yer bulamadılar da o yüzden mi Nokta açıldı, bilemiyorum. Basın deneyimi olmayan insan da niye böyle bir dergiyi satın alır. Acaba bu yayınlarla derginin çıkış amacı ortadan kalkmış mı oldu? Çok karmaşık durumlar söz konusu… Yalnız Türkiye’de eski siyasi dergicilik yok. Onu söyleyebilirim.”

GAZETECİNİN VİZYONU VE MİSYONU

-Gazeteciliğin vizyonu ve misyonu değişti deniyor. Sizce de öyle mi? Haber vermenin dışına da taşılmış mıdır?

“Tabii… Bizim zamanımızda bir işadamına telefon açıp bizim gazetenin bir ilavesi var. Şuna bir ilan verir misin demek bizim için zuldü… Çok ayıp bir şeydi. Bunu söyleyen birini çok ayıplamıştık. O zaman gazeteciler işadamlarıyla haşır neşir değildi. Ama Turgut Özal’dan sonra tüccar gazeteciler ortaya çıktı. Onlar yüzünden bu mesleğin ne hale geldiği ortada.”

-Gazeteciler siyasi olarak da bir takım görevler aldılar. Sizin zamanınızda da bu tür şeyler var mıydı?

“Hayır, olmazdı. Bazı gazeteciler hükümet kurmakla iftihar ediyorlar. Sen gazetecisin, işin hükümet kurmak değil.”

ERDOĞAN ‘HASAN ABİ’LERİ KARIŞTIRINCA

-Bakış açısı olarak çok farklısınız ikiniz de Milliyet’te yazıyorsunuz, ikiniz de Hasan’sınız. Sizi Hasan Cemal ile karıştırıyorlar mı?

“Bir kere Tayyip Erdoğan Belediye Başkanı’yken karıştırdı. Bir gün yine telefon çaldı, Belediye Başkanı arıyor dediler; ama nerenin olduğunu söylemediler. Telefonu açtım. Biri, ‘Hasan Abi ben Tayyip, yarın gidiyoruz değil mi? dedi. Nereye dedim? İstanbul’u helikopterle dolaşacaktık dedi. O Hasan ben değilim, senin aradığın Hasan Cemal olabilir. O zaman Hasan Cemal’de Sabah’taydı. Bunlar İstanbul’u dolaştılar. Şöyle güzel, böyle güzel diye yazdılar. Sonra Alibeyköy’ü bir sel bastı ki… İnsanlar suların altında kaldılar. Perişan oldular. Ben de o zaman yazımı bir Fransız anekdotuyla bitirmiştim.

Pasifik’te bir gemi batıyor. Bir Fransız madam, bir İngiliz centilmen, bir de bizim Temel kurtuluyor. Ada küçük, karikatürdeki adalar gibi. Çıkalım da mendil sallayalım diyorlar. Kura çekiyorlar Temel çıkıyor. Bu ağacın tepesine çıkıp bağırmaya başlıyor:

-Utanmıyor musun niye kadını öpüyorsun?
İngiliz de yeminler ediyor ben bir şey yapmıyorum diye. Ama Temel yaygaraya devam edince, İngiliz ‘gel sen buraya da ben çıkıyım ağaca’ diyor. Temel ağaçtan iniyor, İngiliz ağacın en yüksek yerine çıkınca, fırsattan istifade kadının üstüne atlıyor ve sarılıp öpmeye başlıyor. İngiliz ağacın tepesinden bakıyor “vay be” diyor:
-Gerçekten de buradan bakınca öyle görünüyor!

Ben de yazımı bağlarken biz İstanbul’un su baskınlarını, sel afetlerini görüyoruz. Bazı arkadaşlarımız da helikopterden İstanbul’un güzelliklerini görüp yazıyorlar. Demek ki, oradan öyle görünüyor!” 

-Siz son dönemi eleştiriyorsunuz ama eskiden de tüccar gazeteciler varmış.

“Bir kadın az hamile çok hamile olmaz… Geçenlerde Adnan Menderes’in oğlunu örnek verdim. Hayatım boyunca ben Demokrat Parti lehinde olmadım. Muhalif gazetelerde çalıştım Ama bu davranışı da yazmak zorundaydım. Oğlu Ankara Hukuk’u bitiriyor, iş hayatına atılmak istiyor. Babası da ‘ben görevdeyken sen ticaret yapamazsın’ diyor. Git dışişlerine başvur diyor.”

-Sizin şakalarınız da çok ünlüdür? Oysa çok ciddi bir görünümünüz var…

“Şaka insanın meziyetlerinden biridir. Eşek şakasına çevirmemek, hakaret etmemek lazım. Artık yapmıyorum ama… Bir keresinde gece ajansı bekliyoruz, ajans son demeden gazete gitmez. Bizim yeni gelmiş arkadaşımız Seracettin Zıddıoğlu isimli bir arkadaşımız vardı. Kâğıt top yapıyoruz o da kafa atıyordu. Bir gün içine taş koyduk. Kafayı bir attı küt yere yattı. İstanbul’a yeni gelmiş o zaman. Öyle ‘masum’ şakalar yapardık!”

-Eskiden muhabirlikten yükselerek ya yazı işlerine geçilir ya da köşe yazarı olunurdu. Şimdi ise köşe yazarlığı için başka bir standart geldi: Ünlü olmak!

“Şimdi atraksiyon önemli. Aşkların olacak, çapkınlıkların olacak. Şarkıcı olacaksın. Bankacı olacaksın. Bazı kızlarımızı hayatın içinden yetiştikleri için bu yazıları yazıyorlar.”

-Gazetecinin zengin olma hakkı yoktur demiştiniz.

“Ama aç kalmak da kaderi olmamalıdır. Herkes her ay sonu bakkalın önünden geçebilmeli. Bir yerli arabası olmalı. Bağımsız gazete, ekonomisi sağlam olan gazetedir. Dolayısıyla bağımsız gazeteci de ekonomisi sağlam olan gazetecidir. Herkesin maddi sıkıntısı vardır; ama bunun bir ölçüsü vardır. Erol Simavi bana; ‘5 kazanan bir gazeteci 25 de kazanabilir ama 125 kazanırsa şüphelenirim’ demişti. Güneri Civaoğlu Türk basınının sorunlarını bir çırpıda halletti. O olmasaydı maaşlar bu seviyeye gelmezdi. Hatta Ertuğrul Özkök onun için ‘Sendika Başkanı’ der. Sistem star sistemine döndü. Bu yanlış. Biri 300 alırken, diğeri 300.000 alıyor.
Türk basınında patronların dışında tüccarlar yetişti.
Patron ona şu sorunu çöz dedi. Çözdükten sonra gördü ki, kendi sorunlarımı da çözebilirim. Asparagası getirmiştir. Eşeğin gözüne bant çekip tecavüze uğrayan eşek diye 1.000.000 satan gazetede yayınlanmıştır. Bizim için temel ilkeleri duyulan her haber, haber değildir; ama haber olabilir derdik. Şimdi çoğunlukla her duyulan haber oluyor. Okur güvenmemeye başladı. İhsan Tonguç diye bir milletvekili vardı. Bana bir mektubu vardı. Şöyle diyor; Eskiden haber okuyunca boş ver aldırma derdi köylüler. 80’e doğru birden gazete yazıyor dikkat ediyor denirdi. Şimdi ise yeniden eski günlere döndük. Zaten bu bir meslek değil. Mesleki kurallarıyla, önlemleriyle, cezalarıyla olur. Futbolcuya gösterilen sarı kart neden gazeteciye gösterilmiyor.”

GAZETECİLİĞİN EN İYİ YILLARI

-Sizin meslekten en çok keyif aldığınız dönem ne zamandı?

“1960 – 80 arası. Hem 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler sayesinde toplumsal mücadele gelişmişti. Basın da bundan payını aldı. Ama bu dönem 1977’den sonra giderek azaldı… Şiddet öne çıktı. 1960’lar ve 1970’lerin ilk yarısı gazetecilik açısından zenginlik arzediyordu, keyif verebiliyordu. 1980’den sonra her şey gibi gazetecilik de değişikliğe uğradı.”

-İz bırakan siyasi lider?

“İz bırakan siyasi lider İsmet İnönü. O bir müesseseydi. Her şeye rağmen karizmatik kişiliğiyle Adnan Menderes. 70li yılların Bülent Ecevit’i. Sonra tabii büyük hüsran. Ama her şeye rağmen bir kaliteydi Ecevit.”

-Başlı başına bir siyasi simge ve marka olan, Süleyman Demirel’in günahları mı çoktur, sevapları mı?

“O nev-i şahsına münhasır biridir… Yani kendine ait özellikleri olan biri… Bazı meslektaşlarımız onu demokrasi havarisi ilan ettikleri zaman, kendisi ‘tabulu arazime gecekondu yaptırmam’ diyordu. ‘Kendim için bir şey istiyorsam namerdim’ diye diye her şeyi kendine aldı. Başbakan oldu, Cumhurbaşkanı oldu. İktidardan düştüğü dönemlerde demokrat olur. Aziz Nesin’in bir lafı vardı: Demirel eğer bir darbe görürse komünist olacak!”
           Fenerli Pulur, sarı-kırmızı çiçek dikti

Hasan Pulur, ileri derece tutkunluk arz eden sıkı bir Fenerbahçe taraftarıdır. Hani kesseler kanı sarı-lacivert akar denilen cinsten… Hasan Ağabey’in o Fenerli kanını vücuduna pompalayan kalbinde ve koynunda bir “Aslan” yatıyordu!
14 Şubat Sevgililer Günü, Aşiyan’da vedalaştığı 50 yıllık aşkı ve eşi Meral Pulur da yüksek düzeyli bir Cim-bom taraftarıydı. Evdeki ezeli rekabeti Hasan Ağabey kazanmıştı, iki oğlu Korkut ve Bülent Pulur, Galatasaraylı bir anneden “Fenerli evlat” olarak dünyaya gelmişlerdi.
Evde Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını ayrı odalarda izlediler yıllarca…
Hasan Ağabey geçtiğimiz günlerde sporda “fair-play” denilen cinsten bir hareket yaptı. Aşiyan’da yatan Meral Ablayı ziyaret etti, mezarındaki kitabenin bir yanına sarı, diğer yanına ise kırmızı çiçekler dikti!
Bunu da ilk kez bizimle paylaştı.