BIST 9.916
DOLAR 32,43
EURO 34,73
ALTIN 2.438,11

Zekat Mektebi'nin sosyo-hukuki açıdan dünyada gerçekleştirdiği inkılap!

Sevgili dostlar; bu güne kadar gelip geçmiş olan ekonomik sistem ve rejimlerin birbirinden farklılık arzetmesindeki en etkin sebeplerden biri mülkiyet hakkına yönelik ortaya koymuş oldukları anlayış ve kabullenişlerindeki farklılıktır.

Düşünce tarihi boyunca Batı Platformunda, Devlet ve Hukuk Felsefesi ile meşgul olan düşünürler “mülkiyet hakkı”nın, sahibine bir takım görevler mi yükler, yoksa “kemiksiz et” misali tamamen ona külfetten arınık haklar mı bahşeder. Bunu hep tartışmış durmuşlar ve beşeriyetin önüne birbirinden farklı kabulleniş ve yorumlar koymuşlardır. Ama ne yazık ki Batı Bloku , bu süreçte miladî 624 yılında tarihî bir inkılap mahiyetinde bizzat Yaradan tarafından mülkiyet hakkı’nın sahibine yönelik, onun malik sıfatıyla üstlenmiş olduğu sorumluluk ve yerine getirmesi gereken görevlere dair ortaya koymuş olduğu belirlemeler Batı’nın hiç dikkatini  çekmemiş. Bu “mutlak belirleme”yi Batı, tamamen görmemezlikten gelmişti.

Mutlak belirlemeyi görmemezlikten gelen Batı'nın kendi cürmüyle geldiği nokta

Batı’da 1632-1704 yılları arasında yaşayan ve “Liberal Anlayışın Babası” olarak bilinen İngiliz Filozof J. Locke, Mülkiyet Hakkı’nı, temel hak ve hürriyetlerinin esası kabul etmiş, böylece Hukuk Felsefesi açısından Kapitalist Üretim Şekli’nin alt yapısının hazırlanmasına öncülük etmişti.

O’na göre Mülkiyet hakkı kutsaldı. Yalnız sahibine yarar sağlayan, sahibi dışında hiç kimsenin ondan fayda sağlayamadığı, kullanamadığı, üzerinde tasarrufta bulunamadığı bir hak idi mülkiyet hakkı. O kadar ki, mülkiyet hakkını elinde bulunduran şahsa vergi dahil, hiçbir zaman kamuya yönelik bir görev yüklenemezdi.

Bu kabullenişin tabii sonucu olarak, mülkiyet hakkını elinde bulunduran şahsa,  müşterek huzur ve güvenin karşılanıp toplumsal ihtiyaçların giderilmesine yönelik hiçbir sorumluluk ve görev yüklenemezdi.

Böylece Kapitalist Mülkiyet Anlayışının yüzyılımızda, kartel, tröst ve çok uluslu şirketlere bürünerek tesis etmiş olduğu emperyalist tahakkümün temelleri taa o zaman atılmıştı.

“Bozacının şahidi şıracıdır” misali daha sonraları 1712-1778 aralığında yaşayan Fransız filozof J.J. Rousseau bu anlayışa “Akit Serbestisi” adı altında bir kılıf bulmuş ve sanayi devriminden sonra yıllarca Batılı Kapitalistler, üç öğün boğaz tokluğu karşılığı, hiçbir kuruş nakit ödemeden günde 16 saat fabrikalarda çalışan zavallı çaresiz insanları “sözleşmeli işçi” sıfatıyla çalıştırmışlardı. Bu duruma itiraz edenlere de çaresizlik içerisinde önüne sürülen iş sözleşmesini imzalayan zavallının ıslak imzasını gösteriyorlardı. Sormak lazım; “peki bu garibin önüne sürülen bu “iş sözleşmesi”ni imzalamak dışında başka bir seçeneği var mıydı?” Elbette ki yoktu… Yaşamak için mecburdu onu imzalamaya.

Sevgili dostlar, bütün bunlar Batı’da “Aydınlanma Çağı” diye abartılan dönemde yaşanmış olan insanlık ayıplarıydı.

Karl Marx'a gün doğmuştu!

Sanayi Devrimi ile birlikte Batı’da Mutlak Mülkiyet Anlayışı doğrultusunda, bu ve benzeri insafsız uygulamalar 19. Asrın yarısından itibaren adeta Karl Marx’a davetiye çıkarmış ve işçi sınıfının oluşumunu hızlandırmıştı. Bu da mülkiyet anlayışındaki köklü değişikliğin temelini teşkil etmiş, neredeyse özel mülkiyet “Maddeci Düşünce” tarafından, bütün kötülüklerin anası olarak ilan edilmişti.

Böylece gördüğünden başkasına inanmayan Hukukî Pozitivizm ve Marksist Materyalist Felsefe gündeme hakim olmuş ve “Kollektif Mülkiyet”i kutsal ilan etmişti. 1917 Sovyet Komunist Devrimi ile birlikte de, özel mülkiyet tamamen reddedilmiş, üretim araçları devletleştirilmişti.

Artık “Mülkiyet Hakkı” diye bir şey olmadığı gibi, böyle  bir iddia da ağır suç sayılacaktı. Bundan böyle mülkiyet hak kaynağı değil, sorumluluk ve görev kaynağına dönüşmüşt. Bu da en iyi bir şekilde,  devlet eliyle yapılacağına göre Kollektif Mülkiyet’in sahibi Devlet, bu sahipkarlığına dayanarak kendi mutlak otorite ve varlığının devamlılığı yönünde zavallı halka gereken zulüm ve cefayı yapacaktı.

Şu anda gelinen nokta nedir?

Mülkiyet kavramına yönelik yukarıda özetlemeye çalıştığımız iki farklı kabulleniş ve uygulama da insan fıtratına terstir. Bu itibarla bu durumu fark eden Doğal Hukuk Ekolü, öncülüğünü 1928’de ölen Fransız filozof Leon Duguit’in yaptığı bir ekip çalışmasıyla kendilerini gözden geçirmiş ve bu doğrultuda “Mutlak Mülkiyet” anlayışından ödün vererek Mülkiyet Hakkı’nın mutlak olamayacağını, sırf sahip olduğu mal sebebiyle malik’in kendisinin kamuya yönelik belli bir görev ve sorumluluk altına girebileceğini kabul etmişlerdi.

Böylece Mutlak Mülkiyet Anlayışı, “Sosyal Fonksiyon İçerikli  Mülkiyet Anlayışı”na dönüşmüş oluyordu. Artık Malik, malı üzerinde tasarrufta bulunurken Kamu Yararı’nı göz önünde bulunduracak, aynı şekilde mal sahibi olması itibariyle kamuya yönelik birtakım görev ve sorumluluklarla karşılaşabilecekti. 

Yalnız hiçbir zaman unutmamamız lazım ki, Batı bu noktaya ancak yirminci asrın ilk çeyreğinde gelebilmişti.

Bizim kültür ve derin kabullenişimizdeki mülkiyet anlayışımız nedir?

Bizde Mülk, temelde Allah’a aittir. Ana kural bu olmakla beraber Yaradan’ın ferde yüklemiş olduğu görev ve sorumluluğu hakkıyla yerine getirebilmesi için ona özel mülkiyet hakkını tanımıştır. Bu doğrultuda şahıs, Mutlak İrade’nin belirlemiş olduğu nasib ve kendisinin ortaya koyacağı İRADE ve GAYRET ölçüsünde elde edip kazandıklarına özel mülkiyet statüsünde sahip olacaktı.

Yalnız mülkün gerçek sahibi, burada başka bir ilkeyi ortaya koymuştu. O da, şahsın NASİB ve GAYRET ile kazandığı mal, ona Yaradan’ın bir emaneti idi. Malik elindeki bu kazancını harcarken “olmazsa olmaz” niteliğinde iki hususa dikkat edecekti. Onlardan ilki; harcamalarını haram-helal çizgisinde ve Allah’ın rızasına uygun yapacak, diğeri de harcamalarında KAMU YARARI İLKESİ’ni mutlaka göz önünde bulunduracaktı. Aksi takdirde Rabbinin emanetine ihanet etmiş olur ve bunu hesabı sorulur.

Şimdi anladınız mı sevgili dostlar, bizim gönül bağımız, temel kabulleniş ve kültür demetimizle Batı arasındaki farkı… Kamu yararı ağı bizde, 624’de Zekat’ın farz kılınması ile kemale ererken, Batı’da ise anca “Sosyal Fonksiyon İçerikli Mülkiyet Anlayışı” adı altında 20. Asrın ilk çeyreğinde yarım yamalak bir şekilde dillendirilebilmişti.

Ayrıca ticarî faaliyetlerin seyrinde de ahlakîlik ilkesi, helal-haram kriterleri deklare edilirken, vurgunculuk, emek dışı spekülatif faaliyetler, Allah’ın lanetlediği olumsuz davranışlar olarak sayılmıştı.

Bütün bunların yanında çalışıp kazanan şahsın, ihtiyacından fazlasını bizzat Yaradan’ın talimatıyla toplumsal paylaşıma yönlendirilmesiyle kamu yararı ilkesi hep canlı tutulmuştu. Bunun en açık örneği, Bayram namazına kadar can suyu mahiyetinde hak sahibine ulaştırılması zorunlu olan Sadaka-i Fıtır uygulaması ile Zekat vecibesidir. Zekat; ihtiyacımızdan fazlasını hesap edip, o miktarın kırk’da birini ihtiyacı olana, yolda kalmışa, borcu olana verip onların sıkıntılarını gidermemiz, onların da düzlüğe çıkmalarına yardımcı olmamız demektir. İşte o zaman biz, birbirimizle kaynaşır, birbirimizin gönül kardeşi oluruz.

Kendi alın terinin meyvasını komşusuyla, dostuyla, ihtiyaç sahibiyle paylaşmak suretiyle kardeşliğimizi pekiştiren Zekat mektebinin sadık talebesi, bütün yiğit kardeşlerimi tebrik eder, Rabbimin onların kazançlarına ve ömürlerine bereket,  hanelerine huzur vermesi niyazıyla, duam odur ki; onların kurdukları her sofralar iftar sofrası bereketinde, sabahları da bayram sabahı şenliğinde olsun.

Kalın sağlıcakla sevgili dostlar.