BIST 10.644
DOLAR 32,20
EURO 35,01
ALTIN 2.500,70

Şehir insanının büyük çelişkisi.

Tabiatı okuyamamak, şehir tarafından alıkonulmuş insanın en büyük açmazı.

İnsanlık tarihine baktığımızda ağacın, dolayısı ile tabiatın mütevazı olmayan geniş, kutsal ve mümtaz bir yere sahip olduğunu görürüz. Ağaçlar, Kur’an’da ve hadislerde de sembol ve eğretileme olarak çokça zikredilir. İlk insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın meyve bahsinden İlahi imtihana tabi tutulması, Kur’ân-ı Kerim’de zeytin ve hurma ağacı örnekleri üzerinden nimetlerin farkına varılmasının emredilmesi, Peygamberimizin (s.a.s) ağaçlarla ilgili hadisleri, bunun birkaç örneğidir. İlahi buyruğun idrak edilmesi için bu şekilde örnekler verilmesi, tefekkür ve düşünme melekelerinin tabiatla geliştirilmek istenmesi ve şükrün eda edilmesi mesabesinde bakıldığında tabiata ayrıca bir kutsallık atfedildiği de açıkça anlaşılır.  

Kalbi, dünyadan arındırmanın bir yolu olan tasavvufta da tohum-ağaç sembolizmi önemli bir yer edinmiştir. Tohum, öz olarak tüm ağacın bilgisini içinde barındırır. Buna rağmen her türlü gösterişten uzak kalıp tevazu göstererek başını toprağın altına gömmeden asla tekâmül edemez. Bir bakıma kendini yok etmeden var olamaz ve ancak hazır olduğunda ab-ı hayat suyu ona bahşedilir. Bu diriliş muştusu ile beraber, sabırlı ve alçakgönüllü olmanın meyveleri de birer birer olgunlaşmaya başlar. Akabinde, tohum kabına sığamaz olur; filizlenir, gövde oluşur, dal-budak verir. Güneşin, rüzgârın, yağmur ve soğuğun tedrisatından geçer, her biri ile sıkı dost olur. Nihayetinde meyve verecek konuma yükselir.

Meyve; güneşe, gölgeye, soğuğa, sıcağa göre lezzetlenir, yanar ya da çürür. Çürüyen meyve, yanındakini de çürütür. Lezzet nimetine kavuşan meyvede ise tohum ile aynı özü içeren çekirdek var edilir. Fiziken bir olan tohum çokluk seferine başlar. Ham meyve, dalına daha bir sıkı tutunur; olgunlaşmış meyve ise pamuk ipliğinde huzura erer. İşte bu meyve, tüm heyecanı yeniden toprağa dönmek, yeşermek olan insan-ı kâmildir. Tasavvufta ulaşılmaya çalışılan merhale de budur.

***

İnsanın tabiatla olan ilişkisi, tefekkürden tahrifata doğru meyletse de bu münasebet -tabiatın tek taraflı himmeti ile- günümüze kadar devam edegelir ve tabiatı okuyamamak, şehir tarafından alıkonulmuş günümüz insanı için en büyük açmaz halini alır.

Hayatın debdebesi fark ettirmese de gün gibi aşikâr olan bu açmaz, dini, ekonomik ve sosyal birçok problemin nedenini oluşturur. İnsanın, tabiatla arasında köprü olması gereken şehirler, bir anda yapay duvarlarla örülü mabetlere dönüşür. İnsanın farkına dahi varamadığı bu dönüşüm, şehirleri, yaşanan paradoksun gizli öznesi haline getirir. Şehrin, tabiatla insanın ilişkisini kesen giyotine dönüşümü, insanı, insana yabancılaştıran ve ‘tabiatı tahakkümü altına alan şehir insanı’ eliyle gerçekleşir. Bu veçhe ile baktığımızda, içtimai hayatta en çok ihtiyaç duyuyor olduğumuz; hoşgörü, merhamet, tevazu, sabır, diğerkâmlık gibi hasletlerden neden mahrum kaldığımızı da görmüş oluyoruz.

Dolayısı ile başımızı ve bakışımızı insan elinin ürettiklerinden ziyade tabiata çevirmezsek problem yaşıyoruz. Kibriyle göğe uzanan kavak ağacının gürültüsüne kulak kabartınca, meyve dolu ağacın toprağa uzanan ellerini fark edemiyor, dolayısı ile insan ve kibrin aynı bedende/cümlede bulunamayacağını idrak edemiyoruz. Bir üzüm dalının tutunabilmek için verdiği uğraşı, yönelişi, sabrı ve ancak sağlam bir yere tutunduktan sonra meyveye durmasındaki hikmeti göremeyince içtimai hayatta sorunlar yaşayabiliyoruz. Sürekli ürettiğimiz, ancak tüketmek için o kadar hevesli olmadığımız mazeretlerimizi; en sarp kayalıklarda filizlenen incir çekirdeğine bakarak, bertaraf edemiyoruz.

Velhasıl kelam; tabiatı okuyamadığımız için kendi hikâyemizi yarım bırakıyoruz.