BIST 9.916
DOLAR 32,44
EURO 34,76
ALTIN 2.442,01

Ceza, Nefretten Eski Değildir!

İnsanlığın en eski hikâyelerinden biri olan Kabil ve Habil’in hikâyesinin, o zamanlar henüz adı konulmamış olsa da bir nevi nefret emaresi taşıdığı söylenir. Her seferinde insanın içinde ayrık otu gibi yeniden bitiveren nefret, kontrol edilebilir olsa da yok edilmesi oldukça zor.

Nefret, insanın sınırları ile ilgilidir. Sınırlar, insanın kendini bilmesinin ana gerekçesidir; Din, tasavvuf, felsefe ve sosyal bilimlerde oldukça önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu nedenle sınırları bilmek, yalnızca kişisel gelişim seminerlerinde ya da popüler kültür endüstrisi ürünlerinde hızlıca tüketilecek kadar önemsiz bir şey değildir. Çünkü sınırları bilmek, insanı sırlara vakıf olmaya götüren bir yolculuğun anahtarıdır.

Tahammül etmenin sınırları aşılınca ve yaşadıklarımıza veya onları yaşatanlara gücümüzün yetmeyeceğini anladığımızda, nefret en baskın duygu olarak kalbi kemirmeye başlar. Kalbî aklın yok olmaya başlaması, Moğol saldırıları sonrası Bağdat Kütüphanelerinin durumuna benzer.

Günümüzü anlayabilmek için sosyal medyaya, televizyona, gazetelere hatta insanların yüzlerine, nereye bakarsak bakalım, nefretin tahakkümünü açıkça görebilmemiz mümkün. Nefret, kimi zaman bir hayvana, bir eşyaya ya da tabiata; kimi zaman kelimelere, başka bir kimseye, hatta kişinin kendisine dahi hissedebileceği yaygın bir çağ hastalığı haline geldi.

İnsanın, aynı menzile doğru yol alan başka bir insandan nefret etmesi, yaşadıklarının şiddeti ve frekansı ile ilgilidir.

Peki, insanın kendisinden nefret etmesi?

İnsan kabullenemediklerine nefret duyma eğilimindedir. Ağır psikolojik hastalıkları saymazsak, kişinin kendisini kabul etmemesi ve kendisinden nefret etmesi, korkutucu olmakla beraber yaşadığımız yüzyıldaki yaygınlığı bu güne kadar görülmüş bir şey değildir.

Yaşıyor olduğumuz bu trajedi, Yunus Emre’yi anlayamamanın bir tezahürü müdür, bilinmez. Fakat O;

Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü,

Yaratılmışı hoş gördük,

Yaratandan ötürü” demişti.

***

Avrupa ve dünyanın çeşitli devletleri, nefret suçlarının engellenmesi için kamusal alan olarak belirlenen; televizyon, sosyal medya ve genel olarak internet için çalışmalar yürütüyor. ‘Çalışmaların başlangıç yeri bu mecralar mı, yoksa insanın kendisi mi olmalı’  ve 'nereden başlamalı' sorularının cevabı aslında net.

Nefret insanın içindeyken insana zarar verir, fakat dışarıya yansıması hem insanı hem toplumu dehşete düşürücü sonuçlar doğurur. 2011 yılında Norveç’te 77 genci öldüren,  Anders B. Breivik ya da 2019’da Yeni Zelanda'da 51 Müslümanı şehit eden Brenton Tarrant, nefretin dışarı yansımasının korkunç ve somut örneklerinden sadece ikisiydi.

Fakat yalnızca fiziki ölümün değil, insanın ruhen ölümünün faili de nefret olabilir. Mesela kucağındaki çocukla çaresizce sınıra doğru koşan göçmen bir anneye, kendisi de bir anne olan Avrupalı gazeteci tarafından atılan öldürücü (!) tekme gibi.

Eşya, tabiat, kurumlar, insan ya da toplum... Neyden nefret edersek edelim bilmemiz gereken şu; nefret etmek, nefret duymamızın nedenlerini ortadan kaldırmayacak ve mutlak haklı olduğumuzun bir göstergesi asla olmayacak. Fakat şunu biliyoruz ki nefret, Türk dizi  ve filmlerinde 'büyük aşkları başlatan işaret fişeği' olarak hayatını sürdürmeye devam edecek.