Son yıllarda Türkiye'nin siyasal yönelimi ve liderlik biçimi
üzerine yapılan tartışmalar, yalnızca iç politikada değil, küresel
düzeyde de dikkat çekici bir dönüşüme işaret ediyor. Bu dönüşümün
merkezinde ise Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın temsil ettiği güçlü
liderlik modeli yer alıyor. Bu model "millî devlet aklı" inşasını
da beraberinde getirmiştir. Bu model sadece siyasal güce değil,
aynı zamanda sosyolojik bir karşılığa dayanmaktadır.
Türkiye artık yalnızca "gelişmelere uyum
sağlayan" değil, "gelişmelere yön veren"
bir aktör durumunda. Sayın Erdoğan’ın dış politika söylemlerinde
sıkça vurguladığı "dünya beşten büyüktür"
çıkışıyla somutlaşırken, içeride de kendine has bir siyasal
formasyon oluşmuştur.
Medeniyet odaklı liderlik modeli, Batı'nın kurumsal rasyonalizmi
ile Doğu'nun tarihsel-devlet aklını birleştirmeye çalışan hibrit
bir yapıya sahiptir. Yalnızca modern bürokratik devletin
gerekliliklerini değil; aynı zamanda geleneği, kültürü, dini ve
kolektif hafızayı da işin içine dahil eden bir yapıdan
bahsediyorum.
Fârâbî’den Alparslan’a, Yavuz’dan Akif’e kadar uzanan bu çizgi,
sadece geçmişe methiye dizen bir nostalji değil; bugünü inşa eden,
yarını kuran bir yürüyüştür. Bu yürüyüşte liderlik, sadece
teknokratik kapasiteyle değil, aynı zamanda tarihsel şuurla anlam
kazandı.
Modern toplumlarda siyasetin sosyolojik karşılığı, aidiyet
üretme kapasitesiyle ölçülür. Türkiye’de muhafazakâr ve milliyetçi
toplum kesimleri, uzun yıllar boyunca merkezden dışlandı,
temsiliyetten mahrum bırakıldı. Bugün ise bu kesimler, siyasal
karar mekanizmalarına yön veren asli aktörler hâline geldi.
Bu bağlamda Erdoğan’ın liderliği, bu sosyolojik dönüşümün hem
nedeni hem de sonucudur. Toplumun değerleriyle örtüşen, kültürel
kodlarını tanıyan ve onlarla temas kurabilen bir siyasal iletişim
biçimi söz konusudur.
Sayın Erdoğan’ın liderliği, yalnızca bir iktidar pratiği değil;
bir anlam dünyasıdır. Bu anlam dünyası, geniş halk kesimlerinin
tarihsel olarak dışlandığı siyasal ve kültürel alanlara dahil olma
arzusuyla da örtüşmektedir. “Milletin adamı”
söylemi, bu temsiliyet krizine bir yanıt niteliği taşımaktadır.
Bu noktada sosyolojik bir olgu olarak “aidiyet”
duygusunun altını çizmek gerekir. Türkiye’de siyasal liderlik,
yalnızca seçimi kazanmaktan ibaret değildir; aynı zamanda temsil
ettiği kimlik gruplarına bir varlık alanı açma meselesidir. Sayın
Erdoğan liderlik modelini, varlık alanını “yerli ve
milli” söylemi üzerinden genişletmektedir.
Sıkça dillendirilen “medeniyet inşası” kavramı
ise, aslında sadece kültürel bir proje değildir. Bu, aynı zamanda
siyasal olanla kültürel olanın iç içe geçtiği, yeni bir kimlik
inşası sürecidir. Batı merkezli modernleşme paradigmasına bir
alternatif olarak, Anadolu merkezli bir tarihsel süreklilik tezi
inşa edilmektedir.
Bu durum, Türkiye’nin uluslararası arenada daha bağımsız hareket
etme isteğiyle paralel bir gelişme gösterir. Ancak içeride, bu
medeniyet vurgusu farklı kimliklerin temsiline dair bir gerilim de
doğurmaktadır. Zira "tekil bir medeniyet anlatısı", çoğul bir
toplum yapısında kimi zaman dışlayıcı sonuçlar doğurabilir.
Bugün Türkiye, sadece politik düzlemde değil; sosyolojik olarak
da bir eşikten geçmektedir. Liderlik, artık sadece politik
kararlarla değil, toplumun derin katmanlarıyla kurduğu ilişki
biçimiyle de tanımlanıyor. Sayın Erdoğan’ın temsil ettiği model,
geniş kitlelerde büyük karşılık buluyor.
Bu modellemenin geleceği, bu toplumsal bağın nasıl
sürdürüleceğine, aidiyet hissinin çoğulculukla ne kadar
bağdaştırılabileceğine bağlıdır. Türkiye artık istikamet alan
değil, istikamet çizen bir ülkedir. Ama bu istikametin
sürdürülebilirliği, yalnızca siyasi güce değil; adalete,
kapsayıcılığa ve toplumsal sözleşmeye bağlıdır.