Zaman ona eşlik etmekte
zorlandığımız bir hızla nasıl da koşuyor hiç duraksamaksızın.
Yaşamlarımızı sürükleyen onlarca koşturmaca içinde herkesin dilinde
benzer serzenişler;
“Zaman su gibi akıp
geçiyor!”,
“Aylar haftalara döndü
neredeyse!”,
“Hafta bir başlıyor, bir
bitiyor”…
Sanki sadece hayatı
izlemekle yetindiğimiz zamanlarda yavaşlıyor zaman; geçmek
bilmeyiveriyor. Elimizden hiçbir şey gelmediği, çaresizliğin yakıp
kavurduğu anlarda, merak dolu bekleyişlerde, derin acılar yüreğin
kıvrımlarında dolaştığında ya da özlemle beklenen kavuşmalar
yaklaştığında.
Ama sonuçta tüm
göreceliğine rağmen yine geçiyor.
***
Aslında akrepler,
yelkovanlar, bir bir değişen takvim yaprakları, zamanın değil geçen
ömrümüzün aynası değil midir?
Hani tanıdık bir soru
vardır:
Bugün bir haber alsanız ve
dünya üzerinde soluk alacak sadece
bir aylık nefesiniz kaldığınızı öğrenseniz… Tam tamına 30 gün… Ne
hissederdiniz?
Daha mı anlamlı gelirdi
hayat?
Kimleri yerleştirirdiniz
bu otuz günün içine?
Neleri tamamen yok
sayardınız?
Geçip giden yıllara şöyle
bir bakıp nelere “boşuna zaman kaybetmişim” derdiniz?
Ya özlemleriniz,
söylenmemiş sözleriniz, korkularınız, ertelemeleriniz,
gitmeleriniz, kalmalarınız, vazgeçişleriniz…
Çok mu olurdu
“keşke”leriniz?
Hani işte tam o sırada,
bir şansınız daha oluverse aniden ve uzatsanız elinizi bir ömrü
daha tutabilmek üzere, hangi yüklerinizi oracıkta bırakmak
isterdiniz? Neleri götürürdünüz yeni hayatlarınıza?
Ne değişirdi, neleri
değiştirirdiniz?
Olması gerekenlerin
peşinden mi koşardınız bu kez, gerçekten istediklerinizin
mi
yoksa?
***
Birkaç yıl önceydi. Hani
hayat insanın soluğunu keser ya bazen, kumandasını çekip alır
elinizden, işte tam da öyle bir zamandı. Profesyonellik alanı
kişisel gelişim olan, dünyanın dört bir köşesinde uzunca yıllar
mesleki kimliğini destekleyici çalışmalarda bulunmuş bir
dostum,
“Hayattan ne istediğini
biliyor musun?” dedi.
Doğrusu biraz içerlemiştim
soruya.
Öylesine kararlı ve netti
ki yanıtım hatta biraz da alıngan ve savunmaya hazır;
“Elbette evet!”
Sonra birkaç dakika
duraksadık ikimizde.
Gözlerimin içine baktı ve
her zaman ki gülümseyişini dudaklarına yerleştirerek yeniden sordu:
“Dürüst ol, gerçekten ne
istiyorsun?”
Bilginin getirdiği
sadeliği çok anlamlı bulup, zor olanın da bu olduğuna inanlardanım.
Çok temel ve sıradan gibi gözüken soruların çözümleyici bir gücü,
büyüsü vardır sanki.
Bu da işte böyle bir
soruydu.
***
Gerçek şu ki çoğumuz
gerçekten ne istediğimizi tanımlayabilmiş değiliz.
Evet zamanın içinde
canhıraş yaşıyoruz hayatlarımızı ama yaşadıklarımızın ne kadarı
yaşamayı gerçekten istediklerimiz?
Aslında sorunumuz kaynağı biraz
da hayatlarımıza "benim" diyememekte...
Kıymetliliğini ve
biricikliğini sahiplenememekte.
Oysa ancak bunu
başarabildiğimizde onu kaybetmek, kimselere kaptırmak
istemeyeceğiz.
Ve işte o zaman içine
gerçekten istediklerimizi yerleştireceğiz.
Siz “gerçekten” ne
istediğinizi biliyor musunuz?