BIST 9.891
DOLAR 32,57
EURO 34,98
ALTIN 2.459,54
HABER /  GÜNCEL

Kanser ameliyatından çıkıp balık pişirdi

Kim kansere teşekkür eder; bir misafir gibi ağırlar. Hiç böyle bir kanser hikayesi okumadınız. 36 yıllık usta gazeteci Meral Tamer'in hikayesi şaşırtacak...

Abone ol

ZEYNEP KURTBAY

İNTERNETHABER

Evde sesi çok fazla çıkmayan, doktor bir baba ile hayatını baskıcı bir rejimle mükemmel bir kız çocuğu yetiştirmeye adayan dominant bir annenin tek çocuğu olarak dünyaya gelmiş Meral Tamer. Babası Şeyh Hasan Kemal Efendi’nin oğluymuş. Şeyh büyükbabadan kalan tekkede amcası yaşarmış; Meral Tamer de çocukluğunda pek sık gelip gidermiş tekkeye…

Annesi sayesinde 4 yaşında okuma yazmayı sökmüş, 1. sınıfı pas geçmiş. Konservatuvar; piyano resitalleri; Alman Lisesi, Boğaz’da kiralanan yalıda geçirilen yaz tatilleri…

Derken; bir anda; 16 yaşında genç bir kızken İstanbul’un ortasında tek başına kalakalmış Meral Tamer; anne babasını yitirdiği o yılı hayatının ilk kırılma noktası diye anıyor. Annesinin çeyiz sandığına sığdırdığı anıları ve bir piyanosu dışında hiçbir şey kalmamış geriye çocukluğundan. Sonrasında ya kiracılarının yanında; ya bir arkadaşının evinde ya da bir otel odasında geçmiş genç kızlığı…

36 yıllık gazeteci Meral Tamer; sanki evlerine misafir gelen bir kız arkadaş gibi ağırladığı kanseri Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazı dizisi yapmıştı. İşte o kanserle tanışması ve yaşadıkları şimdi bir kitap oldu: Aşkolsun Kanser; Doğan Kitap’tan çıktı. Hiç böyle bir kanser kitabı okumamışsınızdır eminim. Bir kanser kitabı demek yetmez aslında; daha çok bir anı kitabı gibi, solukta okunacak hayat hikayesini kaleme almış Meral Tamer.

Neresinden okursanız kendinizi bulacağınız bir kitap Aşkolsun Kanser.  Anne kız ilişkisiyle başlayıp 25 yıllık bir aşk hikayesine uzanan bir ömrün çat kapı çıkıp gelen kansere nasıl alaycı yaklaştığını, nasıl direndiğini anlatıyor. Hayatından kesitler sunarken; hayatları kansere bir şekilde teğet geçmiş yüzlerce okura da dokunuyor, kuşkonmazdan su dokusuna küçük ama önemli sırlar veriyor… Bir kanser hastası düşünün ameliyat oluyor ve o gece hastanede yatmak yerine; evine gelip lüfer pişiriyor. Bıraksalar; misafir bile ağırlayacak. Ne diyelim daha fazlası kitabında ve bu röportajda…

İşte deneyimli, usta bir gazetecinin 36 yıl boyunca inatla yazmadığı kitabın öyküsü…

36 yıl sonra ilk kez kitap yazdınız. Neydi sizi ikna eden?

Çok teklif aldım ama hepsini elimin tersiyle ittim. Çünkü ben her gün okura dokunmak istiyordum. Okur bana o kitabı yazdırdı evet. Yazı dizisi yayınlandığı andan itibaren öyle ilgiyle okundu ki; ben buna hasret kalmışım. Okur bana bu kitabı yazdırdı. Tüketici köşesi bile bu kadar okunmuyordu. Sıkılmıştım.

Meral Tamer; önce dip dibe ofis odalarında; sonra dip dibe evlerde hayatı paylaştığı arkadaşı, meslektaşı, Osman Ulagay ile...

YENİ SERMAYEYİ İZLEYECEK REFERANSLARIM YOK BENİM

Ekonomi yazıları mıydı sıkıldığınız?

Artık o yazılar bana rutin geliyordu. Cumhuriyet’te ekonomi kulisi yazarken ya da tüketici yazarken iyiydi. Fakat bugün iktidarlar değişti; ön plana çıkan kesimler değişti. Baksanız dindar ve muhafazakar sermaye güçleniyor ve orada heyecan verici işler oluyor tabii ama benim şimdi gidip onları izleyecek halim yok. Referanslarım da yok zaten. O benim işim değil. Diğerinin rutini de demek ki beni kesmiyormuş. Oysa bu yazı dizisi çok heyecan verdi bana.

KANSER SAYESİNDE BENİ NE ÇOK SEVDİKLERİNİ GÖRDÜM

‘Kanser bana yaradı’ diyorsunuz kitabınızda. Sanki evinize misafir gelen bir kız çocuğu gibi; bir kız arkadaş gibi karşılıyorsunuz kanseri.

Çok daha sağlıklı besleniyorsam; işimi çok daha sevdiğim bir mecraya aktarabiliyorsam; sıkıcı ekonomi toplantılarına gidip saatlerce kurdeşen döker gibi gel yaz yerine kendi istediğim şeyleri yazabiliyorsam; o raydan çıkabiliyorsam bu kanser sayesindedir. 1.5 beden ufaldım; belki 1.5 beden daha ufalacağım seninle bir daha görüşmemizde. Hayatımı güzelleştirdi; daha anlamlı kıldı. Beni ne çok sevdiklerini gördüm. Aklım hafsalam almayacağı kadar sarıp sarmalandım. Evet kanser evimize girdi; onu misafir ettik.

Duygu Asena ile, dokumacılık yapan kadınlarla röportaj için gittikleri bir Akdeniz kasabasında...

Gazeteciliğinizin rotasını da değiştirecek mi kanser?

Ben aktivistim sonuçta. Demek ki bundan sonra kanserle mücadelenin aktivistliğini yapacağım. Daha çok sivil toplum yazıyorum ben zaten. Benim toplumu harekete geçirme gücüm var. Taş atan çocuklara falan kayıyordum. Son dönemde ekonomi yazılarına yönelince baktım ki trafik yine berbat. Geniş toplum kesimini ilgilendiren konular üzerine eğilince o CEO ne demiş; bu CEO ne demiş diye dinlemeniz gerekmiyor.

[PAGE]

Aslında siz hep mağdurlara dokunuyordunuz; şimdi siz mağdur oldunuz diyebilir miyiz? Okurla rolleri değişmek nasıl bir duygu?

Evet mağdur oldum; beni öyle sarıp sarmaladılar ki. Ordu’dan fındık fasulye geliyor; Antalya’dan üzüm. Acayip bir şey; ben bu sarıp sarmalamaya nasıl cevap vermem, kitabı işte o yüzden yazdım.

GAYYA KUYUSUNA GİRMEK İSTEMEDİM ARAŞTIRMADIM HİÇ

Hastalığınızla ilgili hiç araştırma yapmamış; doktora teslim olmuşsunuz. Hatta kızınız da sizi hep eleştirmiş bu konuda. Şaşırtıcı gerçekten. Araştırmacı, detaycı, titiz Meral Tamer’e ne oldu? Kendinizle çelişmediniz mi hiç?

Hayır hayır hiç. Küçük hücreli; büyük hücreli… O kadar çok çeşit var ki; onların içinde kaybolup moralimi bozmama gerek yok diye düşündüm.

Peki hala mı merak etmiyorsunuz hastalığınızı?

Hayır kızım kitabın son okumasını yaptı; bana not düşmüş ‘anne tamam ikna oldum’ diye. Benim kafamda acaip bir zaman planlamam vardır. Ben hayatı hep gerçek zamanda yaşarım; real time’dır benim hayatım. ‘Ah zamanım yetmedi’ demem hiç; önceliğim değildir. Ya da ‘ayy zaman geçmek bilmiyor’ demem asla. Önceliklerim hep bellidir.  Kanserden sonra hayatı real time’da yaşayacaksam metastas var, taramalar var; evde Doğa ile Osman var; şaşkınlığa uğramış arkadaşlarım var.. Bir anons neymiş ya... Yazılar kesilince arayan arkadaşlarım. Onlara laf yetiştir; hastalığa bak; ‘niye başıma geldi’ diye düşün; ve bütün bunların hepsini yaparken ona vakit ayırmak istemedim. Hastalığı, detaylarını bilsem bir gayya kuyusuna gireceğim de ne olacak.

Nevval Sevindi kanserli hasta yakınlarının ilgisinden bazen bunaldığını; kendisini anlayamadıklarını ifade etmişti. Sizin yakınınızda da hayat arkadaşınız Osman Ulagay ve kızınız Doğa vardı. Zaman zaman sizi bunalttıkları oldu mu?

Hayır hiç olmadı. Nevval’de olduğu gibi aile büyükleri yok bende. İkincisi Osman da Doğa da soğukkanlıdır. Soğukkanlı olmayan benimdir. Hiç üstüme varmadılar. Tek üzerime vardıkları nokta ikinci ameliyattan sonra hastanede yatmamdı. Onda da haklılardı herhalde; çünkü ben ilk ameliyattan sonra eve gelip levrekler pişirdim.

KANSER AMELİYATINDAN ÇIKTI O AKŞAM BALIK PİŞİRDİ

Onu nasıl yaptınız hakikaten; kadınlar bazen stresten üzüntüden kendisini ev işlerine verir ya; ameliyat masanızdan kalkıp o akşam evde levrek pişirmeniz de öyle bir şey mi?

Yooo; o akşam balık yemeyi aklıma koymuştum (gülüyor). Yemeğin keyfi çok önemlidir benim için. O gücüm de vardı.

Ameliyattan çıkıp kağıtta lüfer pişiren Meral Tamer; anlayacağınız yemek işine çok meraklı. Kendisi gibi meraklı olan Deniz Alphan, Tijen Mergen ve Füsun Eczacıbaşı ile...

Yemek programınız değişti mi kanserden sonra?

Ben kanser oluncaya kadar hiç boğazımı kesmezdim ve keyifle yerdim her şeyi. Kanser bana şu idrakı getirdi; ‘erken teşhis hayat kurtarır’ denir ya hakikaten öyleymiş. Kentlerde yaşıyorsak yiyeceklerimize dikkat etmenin kandaki kanseri 3’te 1 oranında engellediğini söylüyor doktorlar. Eskiden kendime salata yapmak gibi bir adedim yoktu; şimdi koskoca bir salata yapıyorum. Antalya DSİ’de çalışan bir gönüllü danışmanım var; her gün bana reçeteler yolluyor; kuzu kulağı koy; üzüm ye ilaç niyetine filan diye.

Tek başına ayakta durduğu yalnız yıllar; üniversite yılları...

BABAM BİR ŞEYHİN OĞLUYDU TEKKEDE GEÇTİ ÇOCUKLUĞUM

Kitabınızda annenizi çok anlatmışsınız da babanızı çok anlatmadığınızı gördüm. Neden?

Bütün hayatımız baskıcı bir anneyle geçti; onun dediklerini yapmaya çalışırdık, yapamadıklarını ağlayarak yaptırırdı. Babam çok hoş sohbet bir adamdı. İnsancıl ve uysaldı. Bir şeyhin oğluydu. Babasından kalma bir tekke vardı; amcamlar tekkede yaşardı. Çocukluğumda çok sık giderdim o tekkeye; Elif’in (Şafak) kitabında tekkeler geçiyordu; onunla konuşurken bir ‘gideyim’ dedim. Baktım ki yanmış.

ANTİKALARLA, SANAT TARİHİYLE  İLGİLENMEM HİÇ ÇÜNKÜ

Annemler öldükten sonra hayata tutunabilmek için o dönemi kafamdan büyük bir silgiyle silmişim. Onları silmesen geçmişe takılı kalıyorsun. Bu yazdıklarımı bile çok zor hatırladım. Ben mesela hayatım boyu hiç antikalarla; tarihle; sanat tarihiyle hiç ilgilenmedim. Hep geleceğe bakarım. Bu belki de benim hayatımdaki hiç kırılma noktasının izdüşümü.

KIZIM BANA İZİN VERSE BEN DE BASKICI ANNE OLURDUM

Siz annenizin aksine bir yetiştirme modeli benimsemişsiniz sanki; değil mi?

Kızım bana izin vermedi. Ben aksine annemde ne gördüysem aynısını yapmak istedim. Bir sürü anne çocuğunu kendi büyütüldüğü gibi yetiştirmek istiyor. Ama Doğa asla izin vermedi. Doğa benim ikinci üniversitem oldu. Ben eşlerimden ayrılmışım; işlerimden ayrılmışım. Hoşuma gitmeyen bir şey olduğu sürece herkesi her şeyi terkedebilmişim. Fakat Doğa’da öyle değil. Hiç benim dediğimi yapmıyor ama onu terkedemiyorum; çekip gidemiyorum. Düşünün ben... Dolayısıyla ben Doğa’yı kendi keyfimden öyle yetiştirmedim; başka türlüsüne Doğa izin vermedi.

DİP DİBE ODALARDAN DİPDİBE EVLERE 25 YILLIK AŞK

Tuluğan Tekelioğlu ile röportajınızda ilk kez Osman Ulagay’la birlikteliğinizi paylaşmıştınız. Osman Bey’le birlikteliğiniz Cumhuriyet yıllarına dayanıyor değil mi? İlk karşılaşmanız nasıl oldu?

Hatırlamıyorum (gülüyor).

Peki Osman Bey de mi hatırlamıyor?

Bilmem hiç sormadım (gülüyor).

[PAGE]

İki usta gazeteci olarak dip dibe evlerde uzun soluklu bir ilişkiyi yürütebilmek nasıldır? 

Belki evleri birleştirmeye uzun yıllar gerek görmememizin nedeni aynı odada ya da dipdibe odalarda kalmamız oldu çalışırken. Ben onun editörüydüm; onu mektuplarından tanıyordum. Sonra Manchester’dan dönünce tanıştım. Ama nasıl tanıştığımızı da ilişkimizin nasıl başladığını da hatırlamıyorum. O İstinye’de otururken ben Gayrettepe’de oturuyordum. Sonra o Levent’e taşındı; ben Kanlıca’ya taşındım. Osman gazeteye gelmemeye başlayınca ben de yanındaki eve aşındım ve dibdibe evlerde oturmaya başladık.

HASAN CEMAL OLMASAYDI BELKİ ÇEKİP GİDERDİM

Peki gazete ortamında dip dibe çalışmak nasıldı?  Nasıl bir şefti Osman Ulagay?

Mükemmeldi. Ben öyle cins bir kadınım ki; Hasan Cemal’in yanına verdiler beni ilk gazeteciliğe başladığımda. Belki başka biri olsaydı ben çoktan çekip giderdim; gazeteci olmazdım. Her söyleneni yapayım; yeter ki karşımdakinin bilgisine, hakkaniyetine, objektifliğine güveneyim. Hasan da öyleydi; Osman da öyleydi. Osman’dan çok şey öğrendim. Bana bilgisini; tecrübesini verecek ufkumu açacak insanla çalışma problemim olamaz. Bu insanların sayısı da çok olamaz zaten. Osman çok sakin davrandı ve ben çok şey öğrendim.

KIZIMA KAŞAR ALACAK PARAM YOKKEN REKLAM TEKLİFİ GELDİ OSMAN ENGELLEDİ

‘’Osman benim yaşam çerçevemi çizer ben içini doldururum’’ demişsiniz kitabınızda. Aslında çok dominant ve kafanıza eseni yaparmış gibi duruyorsunuz.

Evet. Dominantım; öyleyimdir. O çok özel çünkü. Onu bir Hasan için bir de Osman için söyleyebilirim. Hasan yaşam çerçevemi değil tabii gazetecilik çerçevemi çizdi. Hasan beni yetiştirdi; yoksa gazeteci olamazdım. Ben de elektrik süpürgesi gibi aldım. Osman olmasaydı ben hata yapıp reklamlara çıkabilirdim. Bana en yüksek reklam teklifleri kızıma kaşar bile alamayacağım dönemde yapıldı. Hülya Avşar’dan bile daha etkili olacağım bir dönemdi ama kabul etmedim.

CUMHURİYET ÇOK KAPALI BİR KUTUYDU ‘BENİ ALMALARI’ İÇİN ZOR İKNA ETTİM

Yüksek mimarken kafaya koydunuz ve Cumhuriyet’te çalışmaya başladınız. Üstelik binbir zorlukla... Nasıl ikna ettiniz Cumhuriyetçileri?

Ben evliydim. Eşimin akrabaları ‘’Deli misin kartvizitinde yüksek mimar yazarken oralara nasıl gidersin, nasıl gazeteci olursun’’ diye çıldırmışlardı. Mimarlığın hiç bana öğretilenle yapılmadığını gördüm; çürük çarık zevksiz evleri yapmanın da bana göre bir şey olmadığını düşünerek gazeteci olmayı istiyordum. Cumhuriyet çok kapalı bir kutuydu. Sol cuntacıların barınabildiği; bir iki Maocu da vardı ama onlar da çok mağdur durumdaydılar. Bir randevuyu aylarca uğraştıktan sonra kopardım. Oktay abi ‘ne verecek paramız var ne adama ihtiyacımız var’ diyordu. Onu da yaparım bunu da yaparım yerleri de süpürürüm diyerek kendimi işe aldırdım. 28 yaşındaydım.

Anneniz babanız Türk basınının usta bir kalemi olduğunuzu görselerdi ne hissederlerdi?

Herhalde memnun olurlardı. Onların yokluğunda hayatımın rotası çok değişti. Annem babam olsaydı 2 kere evlenip boşanabilir miydim bilmiyorum. Ben onların baskısından kaçıp Almanya’da üniversite okumayı düşünüyordum sonra vazgeçtim. Ama onları kaybettikten sonra gitmedim.

CUMHURİYET’İ HEP ÇOK SEVDİM BÖLÜNMEDE BİZ HAKSIZDIK

Cumhuriyet’in bugünkü halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Cumhuriyet’i hiç objektif göremedim. Çok sevdim, hala çok seviyorum ve onu aşıp da Cumhuriyet’in analizlerini yapamıyorum. Ama şunu söyleyebilirim; bizim ayrılmamızla sonuçlanan olayda biz haksızdık.

OSMAN’LA AYNI GÖRÜŞTE OLMADIM HİÇ, BENİ TAKAN YOKTU AMA

Ayrılığın Osman Bey’in yazısı üzerine olduğunu yazmışsınız kitabınızda... Neden haksız olduğunuzu düşünüyorsunuz?

Osman’ın yazısı üzerine kopma noktasına gelindi. İlk günden itibaren ben Osman’la aynı görüşte olmadım hiç bu konuda. Başı çeken ben değildim. Gerçi benim görüşümü takan yoktu ama. O olayda biz haksızdık. Cumhuriyet okurunun ana damarı İlhan Selçuk’u ve Uğur Mumcu’su ile onların görüşleriydi.  

İlhan Abi, Nadir Nadi öldükten sonra gazetenin demokratik çizgiye kaymasına izin vermeyeceğini net olarak ortaya koymuştu. O çekişme noktasında Hasan Cemal Osman Ulagay idrak etmeliydiler ki Cumhuriyet okurunun bel kemiğini İlhan Abi’nin okurları oluşturuyor.

‘Keşke gitmeseydim; ayrılmasaydım’ dediğiniz oluyor mu?

Hiç geriye bakmam. Hiç pişman olmam yaptıklarımdan. Kafam nettir hep. Kafam net olduğu için de kendimi kolay ikna ederim. Gülsem mi ağlasam mı olmam hiç. Ya gülerim ya ağlarım. Bizim için yaşam alanı kalmamıştı orada. Kaldı ki ben eşimden boşanmıştım o dönem; çok zor durumdaydım. Siz istenmediğiniz yerde kalır mısınız? Keyif kaçmıştı. Osman’ın tabiriyle vazo kırılmıştı. Paranı alamıyorsun; teleks kağıdı aksıyor.

17 YILDA 8 YAYIN YÖNETMENİ NASIL ÖZDEŞLEŞEYİM?

Milliyet’le Cumhuriyet’teki gibi özdeşleşebildiniz mi peki?

Hayır hayır.

Tayfun Devecioğlu ve Gülçin Telci ile New York'ta...

Okurlarıyla?

Evet. Gazetedeki ortamla hayır. Milliyet’in bir istikrarı yok ki nasıl özdeşleşeyim? Ben geldiğimden beri 8 tane yayın yönetmeni değişti. O gitti o geldi. 17 yılda 8 yayın yönetmeniyle çalışmak bir yazar için çok kötü bir şey. Tayfun’la ama harika çalışıyorum, muhteşem.

TÜKETİCİ KÖŞESİ O DÖNEMİN İŞİYDİ RAKİPSİZDİ, 20 YILA YAKIN YAPTIM

Siz aynı zamanda tüketici hareketini başlatan gazetecisiniz. Bugün baktığınızda bu hareket medyada ne kadar yer buluyor?

TÜKODER gazetedeki odamda kuruldu. Ben etik olsun diye kurucuları arasında yer almadım. Tüketici köşesi 10 yıl önce genel yayın yönetmeninin isteğiyle kaldırıldı. Ben Cumhuriyet’teyken 10 yıl bunu tek başıma yaptım. Ben Sabah’a geçtim; orada başladı tüketici hareketi. Milliyet’e geçtim orada başladık. Ve bütün bu gazeteler başlattığım köşeyi devam ettirdi. Ama tüketici hareketi o dönemin işiydi. Ben 20 yıla yakın yaptım; başlamasıyla; zirveye çıkmasıyla hala bugün heyecanla yapıyor olsaydım asla bırakmazdım.

Peki şimdi tüketiciler mi bilinçlendi? Kurumsal olarak şirketler mi gelişti? Hangisi?

Tüketici sorunları yine var fakat reklamverenin baskısından ne kadar kurtarabilirsiniz bugün? Öte yandan markalar çok çeşitlendi; doğruyu cımbızla seçmek de zor; bilgi bombardımanı var. Tüketici artık bir şey aldığında internete giriyor; her tür yorumu şikayeti görüyor. Bunun bugün yapılması lazım mıdır? Bence değildir.