BIST 10.219
DOLAR 32,21
EURO 34,86
ALTIN 2.444,47
HABER /  GÜNCEL

Ne kadar istikrar o kadar suikast

Acaba yeniden bir faili meçhuller dalgasının eşiğinde miyiz? Son yıllarda ivme kaybettiği gözlenen karanlık olaylar, yeniden sahnelenmek üzere zemin mi arıyor?

Abone ol

Yakaladığı siyasi istikrar ve iyileşme yolundaki ekonomisiyle Avrupa’nın kapısına dayanan Türkiye, yeni provokasyonlara karşı teyakkuza geçti. “Bu tür eylemler, hep Türkiye önemli siyasi kararların dönemeç noktalarındayken meydana geliyor.” Derin konulardaki bilgileriyle tanınan Radikal gazetesi yazarı Avni Özgürel, yakın tarihte meydana gelen birçok toplumsal olay, faili meçhul cinayet ve siyasi nitelikli suikastlere bu tanımlamayı getiriyor. Avni Özgürel’in Radikal gazetesindeki köşesinde bir süre önce, “Ülkeyi karıştıracak provokatif bazı eylemler olabilir.” uyarısında bulunmasından sonra, geçtiğimiz günlerde Amerika’da Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sorulan bir soru ve onun verdiği cevap, dikkatlerin yeniden bu konuya çevrilmesine yol açtı. Gülen de Özgürel gibi, “Türkiye’de ekonominin düzlüğe çıkmakta olduğu ve siyasi istikrarın sağlandığı bu atmosferde yeni faili meçhuller olabilir ve bazı olaylar baş gösterebilir.” uyarısında bulundu. Bu iki uyarıyı Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü Ramazan Er’in, “İç ve dış odaklardan gelebilecek saldırılara karşı istihbarat çalışmaları sürüyor. Biz muhtemel her türlü olaya karşı tedbirimizi alırız.” sözleri izledi. Bu yılın mayıs ayında “Dost Tarikatı lideri” olarak bilinen 80 yaşındaki İhsan Güven ve eşinin öldürülmesi de dahil olmak üzere son altı yılda meydana gelen siyasi nitelikte önemli suikast sayısı beş. 1998’de İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal, kendilerine “Türk İntikam Tugayı” adını veren bir grup tarafından Ankara’da gündüz saatlerinde vuruldu. Ölümcül kurşunlar alan Birdal, hastanede kurtarıldı. 1999’da Cumhuriyet gazetesi yazarı ve Kültür eski Bakanı Profesör Ahmet Taner Kışlalı, evinin önündeki arabasının üstüne konulan bombayla hayatını kaybetti. 2001 yılı başında Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, Hizbullah’ın hedefi olurken, 2002 yılı sonunda bu sefer Ankara Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Necip Hablemitoğlu evinin önünde suikaste uğradı. Akın Birdal, Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan ve İhsan Güven olaylarının failleri yakalanırken, Hablemitoğlu’nu öldürenlerin kimliğine bugüne kadar ulaşılamadı. Olayların ivme kaybetmesi yanıltıcı mı? Bu beş olaya, 2000 yılı başında ortaya çıkarılan Hizbullah’ın mezar evleri ve geçtiğimiz yıl İstanbul’da meydana gelen 15-20 Kasım bombalama olayları da dahil edildiğinde, son altı yılın eylemler tablosu ortaya çıkıyor. 1990’ların yoğun olaylarıyla karşılaştırıldığında bu manzara, Türkiye’nin giderek faili meçhuller ve provokatif olaylar ikliminden uzaklaşmakta olduğu izlenimi veriyor. Ancak, bir terör uzmanının deyimiyle, Türkiye bazen aniden bu türden eylemlerle karşı karşıya kalabiliyor. Aynı uzman, son yıllarda meydana gelen önemli suikastlerin özellikle aralık ayından mayısa uzanan bir zaman diliminde meydana gelmiş olmasına dikkat çekiyor. Bu tanımlamaya en fazla uyan olay Necip Hablemitoğlu cinayeti. Gerçekten de Hablemitoğlu olayı, bir aralık ayında aniden meydana geldi ve arkasında derin sırlar bıraktı. Hürriyet’in ertesi gün attığı “Derin suikast” manşetinden bugüne kadar da, Hablemitoğlu cinayeti soruşturmasında hiçbir ilerleme sağlanamadı. Hablemitoğlu olayındaki en ilginç noktalardan biri, ismi Telekulak olaylarında geçen bir polis müdürünün görevi olmadığı halde herkesten önce olay mahalline gitmesiydi. Aksiyon’a konuşan Avni Özgürel, aralık-mayıs sürecinde eylem girişimleri beklentisinde olan terör uzmanınkine benzer sözler kullanıyor. Özgürel, “Bu tür provokasyonlar daha gündemden kalkmadı ve Türkiye’nin daha bir süre devam edecek bir gerçeği. Ve bu eylemler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ilişkin değerlendirmelerinde etkili olabilir.” diyor. “Türkiye’de Siyasal Cinayetler” kitabının yazarı Alpay Kabacalı, 1971’e kadar meydana gelen suikastleri ele aldığı çalışması için, “Son yirmi yıl içerisinde işlenen ve çoğunun dosyasına faili meçhul damgası basılan siyasal cinayetler üzerinde kafa yoranlara ipuçları verebilecek bir tarih laboratuvarı” değerlendirmesini yapıyor. Nasıl ki Kabacalı’nın çalışması 1990’a kadar olan olaylar için bir tarih laboratuvarı ise, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecini ve siyasi istikrarı hedef alacak çeşitli olayların karakteri hakkında bize ipuçları verebilecek bilgiler de 1980’den 2003 yılına kadar meydana gelen olaylarda yatıyor. Demokratikleşmeyi bloke eden eylemler Örneğin Türkiye’nin demokratik açılımlar arifesinde olduğu 1990’lı yıllarda laik kimliği ön planda olan gazeteci, yazar ve düşünürlerin peş peşe suikaste uğramaları birer tesadüf değildi. Avni Özgürel’in, “Onun ölümüyle, Türkiye’de yaşanan hadiseleri sorgulayan bir kalem ortadan kaldırıldı.” sözleriyle değerlendirdiği Uğur Mumcu cinayeti, laik-antilaik çatışmasını 1993’te doruğa çıkaran son derece stratejik bir eylemdi. Hedef, laik-antilaik çatışmasıyla demokratik açılımları bloke etmekti. Aynı dönemde emekli generallerin, Milli İstihbarat Teşkilatı mensuplarının ve çok sayıda polisin saldırıların hedefi olması, ülkenin güvenliğinden sorumlu üç önemli kurumu yılgınlığa düşürüp pasifize etmeyi ve Türkiye’de iç savaş şartları ile birlikte “ihtilal” ortamını oluşturmayı hedeflemekteydi. Ancak toplumsal olaylar yetersizdi. Üstelik, 1993 başında PKK’nın ateşkes ilan etmesiyle, terör de ivme kaybetmişti. 1993 mayısında evlerine dönen 33 askeri taşıyan otobüsün Bingöl’de taranmasıyla PKK terörü yeniden tırmanırken, iki ay sonra Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılması ilk toplumsal olay denemesi oldu. Mezhep çatışmasını devreye sokan Madımak’ı, 1995 martında İstanbul’da Gazi Mahallesi’nde meydana gelen olaylar izledi. Gazi olayları, yirmi ay önce Sivas’ta yarım kalan planı tamamlayacaktı. Olayların kısa sürede Ümraniye’ye de sıçratılması, bütün İstanbul’un hedef alındığını göstermekteydi. İstanbul ve Ankara’da Kürt kökenli bazı işadamları ve aydınların birer birer ortadan kaldırılması, mezhep çatışması ile eş zamanlı olarak Türk-Kürt çatışmasını da batıdaki büyük şehirlere kaydırma çabasıydı. Ne var ki, 1990’larda yoğunluk kazanan bütün bu olaylarla Türkiye’de istenen şiddet ortamı oluşturulamadı. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Talat Şalk’ın deyimiyle, güvenlik güçleri ve DGM savcılarının çalışmaları Türkiye’yi 1993-95 arasında birkaç defa ihtilalin eşiğinden döndürdü. Böylece Türkiye direkten dönerken, bütün demokratikleşme çalışmaları engellendi. Fikir özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak için Meclis’te yapılan çalışmalar yıllara yayılırken, ileri demokrasi yolundaki diğer adımların hiçbiri atılamadı. Yine üniversitelerdeki türban yasağı toplumda oluşturulan keskin kutuplaşma sayesinde bugünlere kadar süregeldi ve çözümsüz kaldı. Şüphesiz bütün bu olaylardan bazılarının failleri yakalandı. Ancak, olayları ateşleyenlerin ya da suikast emirlerini verenlerin kimliklerine hiçbir zaman ulaşılamadı. Mahkemedeki sanığı aşan gerçek Ankara’da Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürmekle suçlanan sanıkların yargılandığı davada, Mumcu ailesini temsil eden Avukat Turgut Kazan, “Biz de bu davada gerçeğin peşindeyiz.” demekteydi. Sanıklar mahkemede olduğuna göre, peki gerçek neredeydi? Belki de gerçek, sanıkları aşan bir yerlerdeydi. Bu gibi olaylarda sanıkların dahi bazen ne amaçla hareket ettiklerini bilmediklerinin çarpıcı bir örneğini Avni Özgürel şöyle anlatıyor: “Bir eylem yaparsınız, bu eylem İslamcı gözükür. Sinagog bombalanmış, bombalayan da beş vakit namazında bir adam. Baktığınızda eylem İslamcı. Veya bir eylem sol olarak gözükebilir. Bir işadamı vuruluyor, Türkiye’nin önemli bir holdinginin başındaki adam. Ama iş öyle değil. Size bir örnek anlatayım. İngiltere’de, Dışişleri Bakanlığı’nda görevli bir casus yakalandı. Adam bir İngiliz ırkçısı; ama Sovyetler Birliği hesabına çalışmakla suçlandı. Ve adam Sovyet casusu olduğunu öğrendiği gün cezaevinde intihar etti. Meğer kendisi ırkçı Güney Afrika rejimine bilgi veriyorum diye Güney Afrika’nın Londra Büyükelçiliği’nde çalışan ve aslında Sovyet casusu olan birisiyle anlaşmış. Birisinin amacı ırkçı bir rejime destek, İngiltere’nin siyasetini anlatıyor. Ama öbürü, o bilgiyi ondan alıp Sovyetler Birliği’ne gönderiyor. O faaliyeti yapan kişinin dahi yaptığı işten haberi olmuyor. Sağcılık, solculuk, İslamcılık adına eylem yaptığınızı zannedebilirsiniz. Ama yaptığınız esas olarak kime yarıyor. O eylem neyin hizmetinde? Buna da bakmak lazım. Türkiye’de bu gibi olaylarda gerçeği ortaya çıkarmak o kadar kolay değil. Alın Özal suikastini. Devletin başbakanı başına ne geldiğini bilmiyor. O soruşturmayı MİT’ten, Emniyet istihbaratından ayrı özel dostluk ilişkileriyle öğrenmeye çalışıyor.” Örneğin 2 Temmuz 1993 cuma günü, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nin yapıldığı Sivas’ta Paşa Camii’sinin önünde cuma namazından çıkan kalabalığı tahrik ederek vilayet binasına ve Aziz Nesin’in kaldığı Madımak Oteli’ne yönlendirenler, perdeleri ateşe verilerek yakılan otelde 37 kişinin ölümüne yol açanlar kimlerdi? Olaydan bir gün önce dağıtılan ve halkı Aziz Nesin’e karşı “dinlerinin gereklerini yerine getirmeye çağıran” bildiriyi kimler yazmıştı? Yine 12 Mart 1995 gecesi, İstanbul’da Gazi Mahallesi’ndeki Doğu Kıraathanesi’ni silahla tarayan ve 61 yaşındaki Halil Dede’yi öldürerek Gazi olaylarını başlatanlar kimlerdi? Halkın polisle çatışmasına ve 15 kişinin ölümüne yol açan bu olaylar nasıl bir tuzaktı ki, Türkiye’nin bütün büyük gazeteleri, ertesi gün “Biz bu hain tuzağa düşmeyeceğiz.” manşetiyle çıktılar? O gün Sivas’ta ne oldu? Madımak olayını soruşturan Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin (DGM) altı savcısı Nusret Demiral, Talat Şalk, Nuh Mete Yüksel, Dilaver Kahveci, Ülkü Coşkun, Kemal Ayhan ve Tevfik Hancılar’ın ortak imzasını taşıyan 20 Temmuz 1993 tarihli mütalaada, “İslam dünyasında tepkiye yol açan Şeytan Ayetleri kitabını Türkiye’de yayımlayan Aziz Nesin’in bu toplantıya davet edilmesine Sivas’ta yaşayan vatandaşların hassasiyet göstereceği ve bir büyük olayın meydana geleceği önceden biliniyordu.” deniliyor. Altı DGM savcısı, olaydan bir gün önce Sivas’ta dağıtılan “Müslüman Kamuoyuna” başlıklı bildirinin, Madımak felaketinin yaşanmasındaki ikinci tahrik unsuru olduğunun da altını çiziyor. Ancak, bu bildiriyi kimlerin yazıp dağıttığı bugüne kadar ortaya çıkmadı. Ankara DGM’deki duruşmalar sırasında sanıklardan Yunus Karataş’ın, “Hadiseden bir gün önce arkadaşım Ramazan Aslan’la evinde gece geç saatlere kadar içki içtik. Saat 18:00-19:00 gibi uyandık.” demesi ilginçti. Karataş’ın uyandık dediği saat, otelin önündeki en gergin saatlerdi. Ama savcılara göre Karataş, otel önünde bulunan bir otonun üzerine çıkarak otelin perdelerini tutuşturan kişilerden biriydi, çünkü video kayıtlarında ve fotoğraflarda gözükmekteydi. Öte yandan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi ile Cumhuriyet Üniversitesi Araştırma Hastanesi’nin raporlarına göre sanıklar Yusuf Şimşek ve Faruk Belkavlı epilepsi, yani sara hastalarıydı. Ama savcılara göre Şimşek, otele taş atan, güvenlik görevlilerinin oluşturduğu barikatı birkaç defa aşarak otele girip cam ve çerçeveleri kıran, içerideki koltuk ve masaları dışarı atanlardan biriydi. Belkavlı ise otelin önünde tekbir getirmiş, “Şeytan Aziz, Sivas Aziz’e mezar olacak, asker dinsize siper olamaz.” sloganlarını atan ve itfaiyeyi engelleyenlerden biriydi. Gazi olaylarının ardındaki büyük tuzak Görgü tanıklarına göre, 12 Mart 1995 günü İstanbul’da Gazi Mahallesi’ndeki kahvehaneler ve pastane ayna anda iki taksideki şahıslarca tarandı. Bu taksilerin birinde üç kişi vardı. Şahıslar arabaya bindikten sonra taksi şoförünü silahla vurmuşlar ve bağlayıp arabanın bagajına koymuşlardı. Öte yandan, olay günü gündüz saatlerinde bölgede Amerikan tıraşlı, iyi giyimli ve ellerinde telsiz olan bazı şahıslar dolaşmıştı. Üstelik bu kişiler yakalarına bir siyasi partinin rozetini takmışlardı. Gazeteleri arayıp olayı üstlenenler, “Biz Türk İntikam Tugayıyız.” demişlerdi. Bu isim, 1980 öncesindeki bazı suikastler için de kullanılmıştı. İlginç olan, arabası gasp edilen taksiciyi vuran silahın temiz olmasıydı. Bu silah, o güne kadar herhangi bir olayda kullanılmamıştı. Tugaycılar temiz ve iz bırakmadan çalışmıştı. Peki Gazi olaylarını tezgahlayan bu Tugaycılar kimlerdi? Olayların ertesinde “Bu hain tuzağa düşmeyeceğiz” manşetiyle çıkan büyük gazetelerin birinci sayfasında yer alan “Sağduyuya davet” başlıklı yazılardaki şu cümleler, bu kişilerin kimlikleri hakkında yeterince ipuçu veriyor: “Yine o hain parmak. Yine o karanlık senaryo. Yine aynı film. Biz toplum olarak bu filmi daha önce seyretmiştik. Sonucu hep birlikte yaşamıştık. Hatıralarımız hâlâ çok taze. Bir daha aynı tuzağa düşmeyeceğiz. Bir daha aynı senaryonun tekrarına izin vermeyeceğiz. Sağduyu hakim olacak, kardeşlik ve barış tutkumuz bu karanlık planı bozacak. Bu defa tuzağa düşmeyeceğiz, bu filmi yeniden seyretmeyeceğiz.” Belki güvenlik güçleri on yıldır Gazi olaylarının gerçek faillerini ve o akşam tetiği çekenleri henüz bulamadı. Ama, medya ve toplum daha olayların ertesinde bu güçleri teşhis etmişti. Çünkü senaryo ve film, 1980 öncesi sahnelenenlerle aynıydı. 22 Aralık 1978 tarihinde Kahramanmaraş’ta sinemada Şeyh Şamil filmi gösterilirken patlayan bomba ile başlayan ve 107 kişinin ölümüyle sonuçlanan Alevi-Sünni çatışması, bu filmin ilk versiyonuydu. Maraş olaylarını Çorum izlemişti. 4 Temmuz 1980 cuma günü yoldan geçen bir arabadan Alaattin Camii’ne bomba atılmasıyla başlayan olaylar sonucunda Çorum’da ölenlerin sayısı otuzdu. Tıpkı 12 Mart 1995 akşamı İstanbul’da Gazi Mahallesi’ni tarayanlar gibi, Alaattin Camii’ne bomba atanlara da hiçbir zaman ulaşılamadı. Ama güvenlik güçleri de tıpkı medya ve toplum gibi gerçek faillerin eşkâlini belirlemişti. Nitekim dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın şu sözleri bunu gösteriyor: “Sağ-sol çatışması yok artık. Türk-Kürt kavgasını kışkırtmayı da başaramadılar. Geriye bir tek Alevi-Sünni, laik-antilaik olayı kaldı. Şimdi bunu tahrik etmeye çalışıyorlar.” Özellikle Madımak olayının çok önemli bir özelliği daha vardı. Hafızalarında Çorum ve Maraş olaylarını canlandıracak bir görüntü olmayan 15-20’li yaşlardaki gençler için Madımak, bu kuşağın bilinçaltında devamlı yer edecek bir tablo ve ilerideki olayların potansiyel bir sebebiydi. Gazi ve Akın Birdal’daki ortak imza 1995’teki Gazi olaylarının ardından 1996’da Sabancı Holding Yönetim Kurulu üyesi Özdemir Sabancı’nın vurulması, ülkeyi belli bir çizgiye çekmeye çalışan güçlerin sermaye kesimine en önemli mesajıydı. Sabancı suikasti sanığı Mustafa Duyar, İstanbul DGM’ye gönderdiği ve “Önümüzdeki celse bu suikastin ne olduğunu açıklayacağım.” dediği mektubundan hemen sonra cezaevinde öldürüldü. İki yıl sonra, 28 Şubat sürecinin yaşandığı dönemde, “Türk İntikam Tugayı” yeniden sahneye çıktı. Bu kişilerin hedefinde Akın Birdal, eski Bakan Salih Yıldırım ve Türkücü Mahsun Kırımızıgül vardı. Akın Birdal’ı vuran ekip yakalanınca diğer iki suikasti yapamadı. Aynı ekip, HADEP Sarıgazi Teşkilatı’nı da basıp toplu bir katliam yaparak toplumsal bir infial meydana getirmek istedi. Plan ve proje, Madımak ile Gazi olaylarının bir benzeriydi. 2000’li yıllara geldiğimizde ise bu sefer güney illerinden İstanbul’a taşınan Hizbullah sahneye çıktı. Açılan mezar evleri toplumda dehşet uyandırırken, televizyonlarda ilginç dini görüşler öne süren Konca Kuriş ve barışçıl kimliği ile tanınan Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım’ın Hizbullah tarafından kaçırılıp öldürülmeleri muhtemel büyük provokatif eylemlere yönelik hazırlıklardı. İstanbul polisinin 2000 yılı ocak ayında Beykoz’daki Hizbullah karargahına yaptığı baskın, bu eylemler serisini başlamadan bitirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri, siyasete ve ülkeye yön vermek, ülkede istikrarsızlık oluşturmak isteyen güçler bu şekilde çeşitli suikastler ve kitlesel olaylar meydana getirirken; meydana geliş biçimiyle basit gibi gözüken bazı olaylar ve suikastler de önemli siyasi sonuçlar doğurdu. Örneğin 1952’de bir lise öğrencisi olan Hüseyin Üzmez’in Malatya’da Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’a beş kurşun sıkması Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasına sebep oldu. Ayrıca o tarihte hem Malatya ve Elazığ’da hem de İstanbul, İzmir ve Bursa’da irtica operasyonları yapıldı. Türkiye’yi 12 Mart 1971 muhtırasına getiren eylemler serisinin ilklerinden olan ve 16 Şubat 1969’da meydana gelen “Kanlı Pazar” olayı, sağ-sol çatışmasının mayasını attı. İstanbul’a gelen Amerikan 6. Filosu’nu protesto eylemleri yapan soldaki kitle örgütleri, o gün de Beyazıt’tan Taksim’e uzanan bir “Emperyalizme Hayır” yürüyüşü yapacaktı. Aynı gün, Mehmet Şevket Eygi yönetimindeki Bugün gazetesinde, “Cihad’a hazır olun” başlığı altında şu yazı yayımlandı: “Büyük bir fırtınanın başlamak üzere olduğu, topyekün savaşın kaçınılmaz hale geldiği ve silahlanmak gerektiği bir dönemde yaşıyoruz. Allah yolunda cihad farzdır ve silahlar patlayacaktır.” Yürüyüş yapan sol gruplar Taksim’e geldiklerinde bombalar patlamaya başladı. Ardından bazı sivil gruplar da polisle birlikte göstericilere saldırdı. Aynı dönemde Sarp Kuray’ın başrolde olduğu ve Deniz Harp Okulu’nda meydana gelen 69 subay bildirisi olayında da gerekçelerden biri yine Şevket Eygi’nin yazılarıydı. Olaylara karışan Deniz Harp Okulu öğrencilerinden Hasan Şener Güneş, bunu şöyle anlatıyor: “Harp Okulu üçüncü sınıfında iken bir akşam üzeri büyük dershane binasının üst katında toplanmamız söylendi. Başkan olarak kürsüye gelen arkadaş Bugün gazetesinden Şevket Eygi’nin yazısını okudu. Yazıda, ‘Komünizm artık Harp Okullarına da sızmıştır’ deniyordu. Bu gazeteyi o güne kadar okumamış olan çoğu kişi üzerinde yazı büyük bir infial uyandırdı. Hele sıranın üzerine çıkan Sarp Kuray’ın açıklamasıyla sinirler daha çok gerildi ve konu gurur meselesi haline geldi. Kuray, ‘Aynı kişi bir gün önce sütununda komünistler annesi ve babası belli olmayan kişilerdir’ demişti. Şimdi de komünizmin Harp okullarına sızmış olduğunu söyleyerek hakaretini alenen bize yöneltti’ dedi. Kuray, gazetenin davranışına Harp Okulu öğrencileri olarak sert bir bildiriyle cevap vermemizi önerdi ve bu kabul edildi. ”Üç kritik eylem Olaylar, 12 Mart 1971 muhtırasıyla hükümetin istifasına kadar sürdü. Böylece Türkiye 10 yıl sürecek olan siyasi karmaşa, istikrarsızlık ve kaoslardan sonra, 12 Eylül 1980 ihtilalini yaşadı. Alpay Kabacalı, 12 Mart muhtırasına gelinen süreci anlatırken; “1971 başında eylemlerin niteliği tümüyle değişmişti. Bunlar artık gençlik hareketleri ya da sağ sol çatışması olmaktan çıkmış, anarşi hareketlerine dönmüştü. Artık faili meçhul patlamalar birbirini izliyordu. Bütün bu olaylar sonuçta, 12 Mart muhtırasıyla hükümeti düşürerek Türkiye’yi antidemokratik bir rejime sürükledi.” diyor. Bu provokatif olaylar, zayıf hükümetleri de fırsat bilerek 12 Eylül’e kadar Türkiye’yi getirdi. Avni Özgürel, 1980 öncesi eylemlerden özellikle üç tanesine dikkat çekiyor: “Abdullah Çatlı’nın da karıştığı Ankara’da İşçi Partili yedi gencin öldürülmesi olayının hiçbir siyasi amacı olamaz. Sadece ve sadece Türkiye’deki kamplaşmayı, düşmanlığı derinleştirmeyi hedefleyen bir eylemdir. Bana göre Türkiye’de Abdi İpekçi hadisesi bir dönemeç noktasıdır. Başbakan Bülent Ecevit, o zamana kadar kontrgerilla sözcüğünü dilinden düşürmüyordu. Abdi İpekçi’nin öldürülmesinden sonra bir daha ağzına almadı. Hatırlayın, Ecevit’e İzmir’de bir kurşun sıkılmıştı. Hatta özel bir kurşundu. Bülent Bey, İpekçi olayına kadar her konuşmasında, kontrgerilla diye konuşmasına başlayan bir insan. Abdi İpekçi eyleminin amacı, Bülent Ecevit’e dur demekti. Öte yandan Gün Sazak’ın kaybı, Milliyetçi Hareket Partisi için bir vurgun kıymetindedir. Gün Sazak’ı öldüren kişi, daha sonra Almanya’da bir başka suçla alakalı olarak yakalandı. Mahkemede yargılanırken, o yargılamanın Alman televizyonu tarafından kayda alınmasını gerektirecek bir şey de yoktu. Bütün mahkeme salonunu içine alan bir bakış açısı ile kamera duruşmayı çekti. O sırada o genç kalktı ve kendisini pencereden attı, öldü. Mahkeme salonunda pencereyi de açık bırakmışlar.” Fethullah Gülen, “Türkiye’de yeniden bazı olaylar ve faili meçhuller olabilir” uyarısında bulunduğu konuşmasında çok ilginç bir anekdot daha anlatıp şöyle diyor: “Türkiye’de ‘hocalar hocası olarak bilinen bir zatın 1968’li yıllarda bir konferansını dinlemiştim. Türkiye ekonomisinin az düzlüğe çıkacak gibi olduğu ve istikrar vaat eder hale geldiği periyotlarda ülkede karışıklıkların meydana getirildiğini, demokrasinin inkıtaa uğratıldığını, milletin vehimlendirilip kalblere korku salındığını, topyekün toplumun paranoya yaşamaya ve herkesin birbirinden endişe duymaya başladığını, ülkede güven ve istikrar kalmayınca düzlüğe çıkmış ekonominin gerisin geriye gidip eski hâlini aldığını anlatmıştı.” Başbakanların başına illa suikast gelmez Avni Özgürel, 1965’te tek başına iktidara gelen Süleyman Demirel’in ikinci defa seçimleri kazanmasına rağmen 1971 muhtırasıyla işbaşından uzaklaştırılması olayına benzer bir yorum getiriyor: “Türkiye’de başbakanların başına illa suikast gelmez. 1965’te Süleyman Demirel çok büyük bir oy desteğiyle iktidara geldi. 1969’da hakeza öyle. Ama uluslararası siyasetin kendisinden beklediğinden farklı bir tavır içine girdi. Arkasından başına gelenlere bir bakın. Karısının kendisini aldattığı iddia edildi. Demirel, koskoca bir Günaydın gazetesiyle kavgaya girdi. Nazmiye Hanım’a atılmadık iftira kalmadı. Onun ardından dosyalı muhalefet diye partisi parçalandı. Adalet Partisi’nin içinden Demokratik Parti çıktı. 12 Mart muhtırasının ertesinde Ankara Radyosu, Adalet Partisi (AP) genel idare kurulu Süleyman Demirel’i görevden almak için toplandı dedi. Adam başbakan, almak için toplandık diyen de yok, ama radyonun haberi buydu. O badireden sonra AP iktidarı kaybetti. Ve Türkiye 10 yıl süren bir koalisyonlar kargaşasını yaşadı.” CELAL KAZDAĞLI (ERGENEKON KİTABININ YAZARI): BAZISI ŞOKE EDER, BAZISI SAF DIŞI BIRAKIR Bizim yakın tarihimizin ayrılmaz bir parçasıdır, siyasal cinayetler. Her dönem farklı yöntemlerle karşımıza çıksalar da daima var olmuşlardır. 1960’ların ortasından başlayıp 2000’lere kadar gelen tarihimiz bir açıdan suikastlerin ve siyasal cinayetlerin tarihidir. Bir tür iç savaş da diyebiliriz biz bu cinayetlere ve toplumsal çatışmalara. Bu tür olayların en ortak yanı faili meçhul olarak kalmasıdır. Ama onun dışında farklılıklar gösterir. Kimi toplumu şoke eder, korkunun esiri haline dönüştürür; Abdi İpekçi cinayetinde olduğu gibi. Kimi adını duyurmak ve militanlarına moral vermek için intikam duygusunu tatmine yöneliktir. Buna en uygun örnek 12 Mart’ın başbakanı Nihat Erim suikastidir. Bazen de ortadaki bir engeli kaldırmaktır amaç. En güçlü rakibi saf dışı bırakmak yani. Uğur Mumcu’ya, Ahmet Taner Kışlalı’ya, Necip Hablemitoğlu’na yapılan suikastler, engel kaldırmaya yönelik cinayetler gibi duruyor. Kimi zaman da yeşeren bir ümidi yok etmektir amaç; iyiye, güzele, yarına dair hayaller kurulmasın diye. Gaffar Okan suikasti için “Güzel bir geleceğe kurulan hayale son veren cinayet.” demek, herhalde yanlış olmasa gerek. Bir de istikrarı hedef alan, huzuru bozmaya yönelik suikastlerden söz edilebilir. Son dönem İstanbul’da yaşanan bombalı saldırılarda olduğu gibi. Bu tür cinayetler, toplumsal olaylarla desteklenmek istenir. Çoğu zaman da o cinayete dönük tepkiler bu tür toplumsal olayları tetiklemek için uygun bir vasatı oluşturur. Siyasal cinayetler ve toplumsal olaylara baktığımız zaman, bunların daha çok, toplumun çeşitli kesimlerinin sorunlarını medeni bir ortamda tartışarak bir noktaya varma imkanı bulamadıkları dönemlerde ortaya çıktığını görüyoruz. Tarihin dönüm noktalarının kurşun yerine fikirlerle yazılması insanlığın tercihidir. Ne yazık; Türkiye uzun yıllar bu imkanı elde edemedi. KURŞUNLA SİYASÎ HESAPLAŞMANIN YÜZ YILI Ergenekon kitabının yazarı Celal Kazdağlı’nın deyimiyle siyasi cinayetler yakın tarihimizin ayrılmaz bir parçası. Neredeyse bu olaylar Türkiye’de bir “siyasi gelenek” haline geldi. Atatürk’ten Turgut Özal’a kadar pek çok başbakan ve cumhurbaşkanı da suikastlerin hedefi oldu. Gazetecilere yönelik suikastler de Meşrutiyet dönemindeki meşhur üç gazeteciye suikastle başladı. Osmanlı’nın ilk döneminde Enver Paşa liderliğindeki İttihatçıların iktidarı ele geçirme yöntemleri Babıali baskını ve suikastlerle oldu. Hatta İtttihatçı silahşor Yakup Cemil baskın sırasında Enver Paşa ile tartışan Sadrazam Nazım Paşa’yı şakağından vurup yere serince bu manzaraya Enver Paşa bile isyan ederek, Yakup Cemil’e, “Sen delirdin mi?” diye bağırıyor. “Türkiye’de Siyasal Cinayetler” kitabının yazarı Alpay Kabacalı, “İkinci Meşrutiyet dönemi başlarında üç gazetecinin, yani Ahmet Samim, Hasan Fehmi ve Zeki Bey’in öldürülmesi önemli. Üç gazetecinin öldürülmesi gibi cinayetler ve Babıali baskını ile İttihat Terakki tam iktidar oldu.” diyor. Cumhuriyet döneminde en ilginç siyasi cinayetlerden biri Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in vurulmasıydı. “Birinci Meclis’te Yapılan Darbe ve Ali Şükrü Bey Cinayeti” kitabının yazarı Ahmet Kekeç, “Ali Şükrü Bey’in öldürülmesiyle başlayan kargaşa ortamı, Türk parlamento tarihinin belki de en demokratik, en katılımcı meclisinin feshiyle sonuçlandı. Bu Meclis’te hem ciddi bir muhalefet, hem de önemli bir meşveret sistemi vardı. Çünkü başta Cumhuriyet’in ilanı olmak üzere, ‘Atatürk devrimleri’ olarak bilinen birçok köklü reform, bu dönemden sonra, yani ‘İkinci Meclis’ döneminde gerçekleşmiştir.” diyor. Meclis’teki bir diğer olay, 9 Şubat 1925 günü bir kavga sırasında Kars milletvekili Halit Paşa’nın vurulması oldu. Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı Kel Ali’nin de katıldığı kavga olayı Meclis’te infial uyandırdı. Tarihçi Cemal Kutay bu olayı değerlendirirken şöyle diyor: “Halit Bey’in toprağa verilmesinden bir hafta sonra Şeyh Sait olayı çıktı. Fethi Bey istifa etti ve ikinci İsmet Paşa hükümeti kuruldu. İstiklal Mahkemeleri Kanunu yeniden düzenlendi. Kel Ali daha sonra İzmir Suikasti davasını da gören Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı seçildi. Ve bu şartlar içinde Halit Paşa olayının cevap bekleyen soruları yüksek sesle sorulamadı.” İttihatçıların İzmir’de Cumhurbaşkanı Atatürk’e yönelik suikast girişimlerini konu alan İzmir suikasti davaları siyaset tarihimizdeki bir diğer önemli olay. 1926 Haziran’ında ortaya çıkan bu olay üzerine açılan davada Kazım Karabekir gibi İstiklal Savaşı’nın önde gelen komutanları da tutuklandı. Olaya doğrudan katıldığı öne sürülen milletvekilleri ve diğer kişiler İzmir’de yargılanıp idam edilirken, bazı İttihatçılar Ankara İstiklal Mahkemesi’nde ayrıca yargılandılar. Kazım Karabekir, İzmir’deki davada beraat etti. Uğur Mumcu, “Gazi Paşa’ya Suikast” kitabında, “Ankara’daki İttihatçılar davası, tümüyle Kuvayımilliyeci-İttihatçı hesaplaşması ile geçmiş, Cavit Bey gibi, Doktor Nazım gibi İttihatçılar suikast ile uzaktan, yakından bir ilgileri olmadığı halde mahkemece ölüm cezalarına çarptırılmışlardır.” diyor. Alpay Kabacalı da, “Bu iki dava ile ittihatçılar tasfiye edildi.” yorumunu yapıyor. Ankara’daki bir diğer ilginç olay da, Doktor Neşet Naci’nin dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay tarafından öldürülmesiydi. Bu olay, dönemin Genelkurmay Başkanı Orbay’ın istifası ve cinayeti örtbas etmekle suçlanan kudretli Ankara Vaisi Nevzat Tandoğan’ın intiharı ile sonuçlandı. Tandoğan, “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” dediği öne sürülen kişiydi. Cinayete ışık tutacak bir sırrı 1986 yılında bizzat oğul Orbay açıkladı. Haşmet, “Ben MİT elemanıydım. Harici kısımdaydım.” dedi. Ancak, Haşmet’in mi yoksa doktorun mu Ruslara bilgi verdiği hiç aydınlanmadı. Siyasetin suikastler tarihindeki bir diğer konu, bazı cinayetlerin bizzat devlet tarafından, ya da “derin devlet” adı verilen devletin içindeki bazı gruplarca işlendiği iddiaları. Bu konudaki en çarpıcı olay, 1948’de meydana gelen gazeteci Sabahattin Ali cinayeti. Eski politikacılardan Samet Ağaoğlu, olaydan sonra Adnan Menderes’in kendisine, “Sabahattin Ali’yi devlet öldürttü.” dediğini belirtiyor. “Derin devlet cinayetleri” tartışması günümüze kadar sürdü. Benzer bir tartışma Amerika’da da yapılmıştı. Başkan Kennedy ve kardeşi Robert Kennedy’nin ölümleri hep Amerikan derin devletine bağlandı. Bu tartışmalar, ABD’nin yabancı devlet başkanlarına yönelik eylemlerini de içine aldı. Sonunda Başkan Gerald Ford 1970’li yıllarda yayımladığı kararnamede, yabancı bir ülke yöneticisinin yaşamına yönelik girişimleri yasakladı. Ülke dışında suikast yapılmasını yasaklayan bu kararname sebebiyle Başkan Clinton zamanında Üsame bin Ladin’in Afganistan’da yeri tespit edilmesine rağmen Clinton suikast emri vermediği için Ladin vurulamadı. Aynı şekilde bu düzenleme sebebiyle Başkan Bush, Irak lideri Saddam Hüseyin’i doğrudan suikastle ortadan kaldıramadı. Kaynak: Aksiyon