BIST 9.990
DOLAR 32,39
EURO 34,78
ALTIN 2.438,49
HABER /  GÜNCEL

Atatürk, Osmanlı'ya karşı kampanya başlattı

Tarihçi-yazar Mustafa Armağan, Osmanlı tsunamisinin geldiğini belirterek çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Abone ol

BANU İRİÇ
İ (ÖZEL İÇERİK)- 
Projenin açıklandığı günden bu yana tartışmalara konu olan üçüncü köprü görkemli açılış töreniyle bazı çevrelerde rahatsızlığa neden oldu.

Köprünün dualarla ve mehteran takımıyla açılması bazı kesimlerde tepkilere neden oldu. Öyle ki ulusalcı gazete Sözcü, dualarla yapılan açılıştan rahatsız oldu ve "Türkiye Cumhuriyeti'nin Ruhuna el Fatiha" diye manşet attı. Ancak tam aksine çoğu aydın da bunun Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı ile barışıp köklerinden kuvvet alarak güçlü bir devlet olma yolunda bir adım olduğunu söyledi.

Tarihçi yazar Mustafa Armağan, İnternethaber'e verdiği röportajda üçüncü köprünün adına Yavuz Sultan Selim, adının verilmesinin çözüm süreciyle bağlantılı olduğunu söyleyerek kendi önerisini söyledi. Armağan, köprü için proje hazırlayan "Sultan Abdülhamid"in isminin verilmesinin daha doğru olabileceğini belirtti.

Köprünün açılış töreninde Osmanlı döneminden izlerinin olmasını sorduğumuz Armağan, Atatürk döneminden itibaren Osmanlı'ya savaş açıldığını belirterek son yıllarda Osmanlı tsunamisinin geldiğini ve bunlardan rahatsız olanların da var olduğunu ifade etti.

Armağan Atatürk'ün Misak-ı Milli konusundaki sözlerini hatırlatarak Misak-ı Milli'nin Mustafa Kemal'in dediği gibi belli bir harita olmadığını, nüfuz yayılması olduğunu vurguladı.

İşte Armağan ile gerçekleştirdiğimiz o röportaj: 

KÖPRÜNÜN ADI HAMİDİYE OLMALIYDI

- Yavuz Sultan Selim'in isminin köprüye verilmiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

3. köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesinin çözüm süreciyle ilgili bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Çoğunluğu oluşturan Sünni Türkler ile Sünni Kürtleri birleştiren bir köprüdür Yavuz. (Alevi Türkler ile Alevi Kürtlerin bundan memnun olmayacakları açıktır.) Ancak Milli Görüş çizgisinin, Osmanlıya Halifeliği getirdiği için Yavuz’a ayrı bir değer atfettiğini biliyoruz. Nitekim 1970 yılında yapılan Milli Nizam Partisi kongresinde merhum Erbakan, partilerinin ‘kurucuları’ arasında Yavuz Sultan Selim’in de ismini vermişti.

Yani Erdoğan-Gül çizgisi, hayranlık duydukları isimlerden birini köprüye vermiş oluyor. Ancak bana sorarsanız Hamidiye Köprüsü’ isminin ona daha çok yakışacağını söylerdim. Zira Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün yerinde yapılması düşünülen en az iki köprü projesinin onun zamanında hazırlandığını, ayrıca tüp geçit için de bir tasarım yaptırdığını belgeleriyle biliyoruz. Hatta bir projenin üzerine Fransızca “Le Pont Abdul Hamid” (Abdülhamid Köprüsü) diye de yazılmış.

Hem hakkı teslim etmiş, hem de Abdülhamid’in isminin verilmesi üzerindeki tabuyu kaldırmış olurduk. Bakın daha bir Abdülhamid Üniversitesi yok!

hamidiye-koprusu-abdulhamit.20130531164715.jpgLe Pont Abdul Hamid


40 BİN ALEVİNİN KATLİ BELGELİ DEĞİL

- Yavuz Sultan Selim 40 bin Aleviyi katletti mi? Bu iddialar nerede geliyor?

40 bin Alevinin katledildiği bilgisi, bizzat Yavuz Sultan Selim’in yanında bulunmuş olan İdris-i Bitlisî’nin ölümünden sonra oğlu tarafından tamamlanan Selimşahname’sinde geçiyor. Ancak başka bir kaynak tarafından doğrulanmadığı gibi, bunu teyit edecek herhangi bir belgeye de rastlamıyoruz. O tarihte büyükçe bir şehrin nüfusu demek olan bu kadar kalabalık sayıda insanın katledilmesi belgelere şöyle veya böyle yansımalıydı. Ancak bulunan tek belgede sadece 70 kişinin isminin geçmesi ilginçtir. 40 bin rakamı, Feridun Emecen’in dediği gibi belli bir çokluk ifade etmeyi amaçlar.

Alevileri yok etmek hedeflenseydi bunu yapmalarına bir engel yoktu. Yapılan, savaş halindeki bir ülkeye insan kaynağı ve istihbarat desteği sağlayan bir topluluğun etkisiz hale getirilmesi operasyonudur. İşin tuhafı şu ki, Türkiye’deki Alevilerin bağlı bulundukları Safevi İran’ında Alevi inancı kısa zamanda Şiî- Caferî bir öğreti haline gelmiş ve izleri ortadan kalkmışken, Alevilere katliam, hatta soykırım uyguladığı söylenen Osmanlı topraklarında Alevilik asırlar boyunca yaşamaya devam etmiş, hatta günümüze kadar da gelebilmiştir. (Bkz. F. Emecen, Yavuz Sultan Selim, İstanbul 2010, s. 96.)

ALEVİLER DEĞİL İRAN'DAKİLER KASTEDİLİYOR

- Yavuz Sultan Selim ırk ayrımı yaparak fetva yayınladı mı? 

Elimizde iki fetva metni var. Bunlarda ırk ayrımı değil, mezhep ayrımı sözkonusu. İbn Kemal ve Sarugörez adlı alimlere ait iki metin de dinî olmaktan çok siyasîdir ve Şah İsmail taraftarlarının, yani “taife-i Kızılbaş”ın dinen gözden düşürülmesini, böylece açılacak savaşın meşruiyetini sağlamayı amaçlamaktadır.

Yalnız bunlarda Anadolu’daki Alevilerden değil de, doğrudan Safevilerin yönetimindeki İran Kızılbaş veya Rafızîlerinden söz edildiğini dikkatlerden kaçırmamak gerekir.

ATATÜRK, OSMANLI TARİHİNE KARŞI KAMPANYA BAŞLATTI

- Yavuz Sultan Selim'in isminin verilmesi ve Osmanlı tarzı bir açılış töreninin yapılması ve tepkiler nasıl yorumlanmalı?

1923 İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı tarihine karşı sert bir eleştiri kampanyası açtığını biliyoruz. Ben bunun, devam etmekte olan Lozan görüşmeleriyle bağlantılı bir durum olduğunu düşünüyorum.

Lozan’da ana stratejilerimizden biri, Osmanlı’nın devamı olmadığımıza dünyayı inandırmak üzerine kuruluydu. Çünkü İngilizlerin başını çektiği dünya bizim Osmanlılık kimliğimizin uyanışından tedirgindi ve bu kimlik, İstiklal Savaşı sırasında fazlasıyla canlanmıştı. Cihad ruhu uyanmıştı. Bu tehlikeli atmosferin bastırılması İtilafçıların isteğiydi.

Biz de bu doğrultuda Osmanlıyı çağrıştıran her şeye savaş açtık. Hatta masallardan şehzade ve sultan gibi figürleri dahi çıkarttık. Ancak bu eşyanın tabiatına aykırı garip tutum, DP iktidarıyla birlikte çözülmeye başladı. Milli Cephe hükümetleri döneminde ve 12 Eylülden sonra Türk-İslam sentezine dönüştü. Şimdilerdeyse yine İslam ekseninde bir Türk-Kürt sentezine dönüşme yolunda. Yani bir ‘küçük Osmanlı’, oluşum yolunda. Türkiye’yi arkasından iten bu Osmanlı tsunamisi’ni kabul etmeyen veya bu gelişmeden rahatsız olanların bulunması gayet normaldir. Çünkü William Faulkner’ın dediği gibi, biz tarihe gitmiyoruz, tarih bizim üzerimize geliyor.

MİSAK'I MİLLİ MİLLETİN MENFAATİ VE BAKIŞIDIR

Hele de onyıllarca uzak durmaya ve görmezden gelmeye özen gösterdiğimiz bir tarihin üzerimize doğru gelmesi bizi yeniden tarihî misyonumuza doğru itmekte. İtildiğimiz noktada başarı garanti mi? Vallahi, bu bizim dalgayı kullanma becerimize kalmış. Altında kalıp da boğulmak da ihtimal dahilinde. Ancak bu, kaçınılmaz bir akış. Özellikle yurt dışına, eski Osmanlı topraklarına gittiğinizde ve insanların bizden beklentilerini gördüğünüzde Misak-ı Milli’nin ne kadar daraltıcı bir kavram olduğunu hissediyorsunuz.

Ne demişti Mustafa Kemal Paşa Mecliste: “Misak-ı Millî haritası diye belirli bir harita yoktur. Misak-ı Milli milletin menfaati ve bakışındaki isabetle belirlenir.” O zaman 1923’teki menfaatlerimize bağımlı kalmak gerekmez, bugünün menfaatleri doğrultusunda da yeni bir Misak-ı Milli çizilebilir! Toprak yayılmacılığını değil, nüfuz yayılmasını kastettiğimi anlamış olmalısınız.