BIST 10.277
DOLAR 32,34
EURO 34,81
ALTIN 2.393,53
HABER /  GÜNCEL

Asena'nın hayat hikayesi

İbrahim Tatlıses ile kanlı bıçaklı olan dansöz Asena'yı Hürriyet Pazar mercek altına aldı. Küçüklüğünden bugüne kadar yaşadıkları ve düşünceleri ile işte Asena..

Abone ol

Babaannesi onu şöyle anlatır: ‘Hiç öküzden süt çıkar mı? Benim kızım çıkarır! Bunun, istedi mi yapmayacağı şey yoktur. Bir şeyi istemedi mi de kimse ona yaptıramaz!’ Bir yıl önce sinyalleri sessiz ve ‘saygılı’ bir şekilde vermişti aslında... Büyüdüğü memleket Almanya’ya kaçıp huzuru ararken, ‘İbrahim Tatlıses’le ilişkim bitti ama mesleğim daha yeni başlıyor, yapacağım çok şey var’ demişti. O günden beri mesleğini icra edemedi. İnanılır gibi değil ama ettirilmedi. Oradayken bir ara Türkiye’ye geldi, bir ‘dansöz parçası’ olarak, ÖSS sınavına girdi. On yıl önce Marmara Üniversitesi’nde bıraktığı Turizm ve Otelcilik eğitimine, Bilgi Üniversitesi’nde devam etmeye başladı. Ama edemedi. ‘Tarzımı, oyunumu değiştirdim. Yakında müziklerimi ve kostümlerimi de değiştireceğim. Temmuzdan sonra Türkiye’de ve Avrupa’da tarih yazacağım. Oryantalin dışında bir tarz belirledim’ demeci verirken coşkuluydu. Gösteremedi. Daha önce de başka yerde çalışmaması için tehdit edildiğini ileri sürerek savcılıklara gitmiş, ‘başına gelecek herhangi bir kötü şeyden Tatlıses’in sorumlu olacağını’ söylemişti. Klasik müzik sanatçısı Anjelika Akbar’ın ‘Bach A L’orientale’ adlı albümüne ilham vermiş, heyecanla galasına giderken bacağından vurulmuştu. Bütün konserler, onsuz yapıldı. Ondan da önce İngiltere Kraliyet Ailesi’nden birilerinin düğününe, Elton John, Madonna, Diana Ross gibi isimlerle birlikte davet edilmişti. Bu belki de Avrupa’daki geleceğinin kapısını açacaktı. Ama birileri ondan habersiz telefon edip gösteriyi iptal ettiğinden, kapı kapandı. Liste daha uzayabilir; ama Türkiye, dört yıl boyunca bunlardan çok, onun İbrahim Tatlıses’le ilişkisini ‘magazin’ boyutunda izlemek durumunda kaldı. Kavga edip küsmeler, barışıp tek vücut dans etmeler, kıskançlıklar, hafif işveli laf atmalarla geçen bu reality show’a benzer diziye, zaman zaman dayak sahneleri, tokat iddiaları ve sonunda bacaktan uyarmalarla şiddet ve kan da karıştı ama nedense ciddiye alınmadı. Ya da ‘müstahak’, ‘kendi istedi’, ‘adam zengin’, ‘magazindir olur’ diye bakıldı. Olayların bu boyuttan çıkabilmesi için Asena’nın ‘konuşması’ gerekti. Savcılığa yaptığı son suç duyurusunda artık açık açık ‘Tatlıses’in Korku İmparatorluğu’ndan dem vuruluyordu. Canlı yayınlarda inanılmaz pervasızlıklarla ‘ben onu istesem 12 saatte bulurum’lar, ‘ben bitti demeden bitmez’ler, demodelikten yıkılan ‘namusum’ söylemleri, gittiği kafeyi, okuduğu okulun kantinini ‘basmalar’, hepsi ‘yayın yoluyla alenen tehdit’, ‘eğitim ve çalışma özgürlüğünün engellenmesi’ gibi ciddi suçlar olarak nihayet muhatabına geri döndü. KORKU İMPARATORLUĞUNUN YIKILMASI GEREKİYOR Hálá, ‘bunlar magazin insanları, bizi ilgilendirmez’ diye burun kıvıranlar var. Ya da ‘sen İbrahim Abi’ye yanlış yaptın’ diyen koro öbür tarafta türkü söylemeye devam ediyor. Ama Allah’tan, bir kadın olarak Asena’yı destekleyenlerin sayısı da hiç az değil artık. Belki bu yüzden canlı yayınlardaki tehditler ilan-ı aşka dönüştü son günlerde; türküler ise ‘Kız ben seni vurmaz mıyım’lardan, hiçbir şiddet içermeyen yeni romantik şarkılara... Ama hálá değişmeyen bir şey var: Çok güzel dans eden bir kadının dans edememesi, evine, okuluna gönül rahatlığıyla gidememesi... Ona kimse iş vermiyor. İş verebilecek durumda olanlar, ya ‘saygıdan’ ya ‘korkudan’ ağzını açmıyor. İşte o yüzden Türkiye, hatta (onu 12 saatte bulabilecek insanlar olduğu, Almanya’da gittiği kafe bile basılıp insanlar sorgulanabildiği için) belki Avrupa da Asena için bir Korku İmparatorluğu olmaya devam ediyor. Oysa o kim ne derse desin, hangi sebepten olursa olsun, bir zamanlar sevmiş olduğu adamı geride bırakmak istediğini açık şekilde söylüyor. Ve ona en çok dans etmek yakışıyor. Yeniden dans edebilmesi içinse bu Korku İmparatorluğu’nun yıkılması yetmiyor; imparatordan korkanların cesareti de gerekiyor. Bir de şunu hatırlamak gerekiyor: Asena, bu ilişkiyi yaşamadan önce de vardı ve o zaman da çok iyi dans ediyordu. Almanya’nın küçük bir kentinde büyüyen Heidi, onu sahnelere taşıyan doğal yeteneğini, İbrahim Tatlıses’ten çok önce keşfetmişti. İşte bu onun hikayesi... 30 yılı bulmayan bir süre önce, anne ve babasının tek çocuğu ve Yay burcu olarak doğar. Onur Çakmak’tır gerçek adı ama Asena, sonradan sahnelere çıkmaya başladığında aldığı bir sahne adı değil, daha çok küçükken, denizci dedesinin ona yakıştırdığı lakaptır. Aslında Rize kökenli olan ailesi İstanbul’da yaşar, ancak bir seyahat sırasında sancılara neden olunca, Bursa’da doğar. Doğumu bir yolculuğa denk gelmiştir ya, daha iki aylıkken başlayacaktır uzun sürecek yolculukları... Daha iki aylıkken, ‘imparator kadın’ diye nitelediği babaannesi Nuriye Serinkaya’nın sıcak kucağına verilir anne ve babası tarafından. Ve o günden bugüne, hayatının en önemli kadını, annesi, babası, her şeyi, Nuriye Hanım olur. Peki onun deyimiyle ‘öbürleri’ neden olmamıştır? Hayatından yaprakların bu bölümü, tıpkı sahnede dans ederken yüzünde beliren ifadeyi yaratan ulaşılmaz, aşılmaz duvarlarla çevrilidir. Dolayısıyla, ‘Öbürlerinin idealleri vardı, babaannem de yalnızdı. Ona verdiler. İyi ki de vermişler. Beni çok güzel yetiştirdi’ sözleriyle yetinmek gerekir. Ama anne-babasız büyümenin öyle kolay atlatılacak bir şey olmadığı, iki kere ikinin dört etmesi gibidir. Bu noktada da, bir anlayışlılık hali ya da yıllardır örülmüş savunma duvarlarıyla karşılaşır insan: Bu bir terkedilme değildir ona göre, sadece hazır değillerdir kendisine. Bildiği, dünyada kimsenin ona babaannesi gibi bakamayacağıdır. Zaman ilerledikçe, ‘O dönem Almanya’da konsoloslukta çalışıyordu, şimdi iyi bir turizmci’ dediği babası ve annesiyle, merak edip görüşmüş, yine de anne olarak babaannesini bilmiştir. 15 YIL ALMANYA’DA HEIDI GİBİ YAŞADI Rivayete göre, Almanya’nın Garmisch kentine adım atan ilk Türk kadınıdır babaannesi; daha sekiz aylıkken onu kucakladığı gibi Almanya’ya götürür. Anne baba yokluğunu yüzeye çıkmış bir problem olarak yaşamamasının nedeni, biraz da babaannesinin bu küçük kentte ona sunduğu hayatın zenginliği olabilir. Çünkü aileden zengin olan, aynı zamanda orada iyi bir ailenin aşçılığını yapan Nuriye Hanım, ona göre Sakıp Sabancı’nın çocuklarına baktığından daha iyi bakar ona. Kemik suyuyla yapılan yemekler, kasayla alınan muzlar, hiçbir arkadaşında yokken üç bisikletinin, patenlerinin olması bir yana, Heidi’nin hikayesine benzetir çocukluğunu. Küçük Paris ya da Las Vegas’a benzettiği Garmisch, bir tarafında göl, bir tarafında orman olan doğayla içiçe, modern bir şehirdir. Teleferikle dağlara çıkıp kayak yapar, ata biner, patenden yüzmeye, tenise pek çok spor yapar, ağaçların, bisikletin tepesinden inmez orada. Gerçi evde müthiş bir disiplin vardır; tüm giysileri, ayakkabısından tokasına düzgün ve ‘takım’dır. Misafirlikte babaannenin gözle onayını almadan, koltuktan kıpırdanmaz, hiçbir ikram kabul edilmez, babaanne okula geldiğinde herkes bir toparlanma ihtiyacı hisseder, ama şefkatsiz bir sertlik değildir bu. Görgü kurallarından lezzetli yemek pişirmeye tüm hayatı öğrendiği, gururunu, inadını büyük ölçüde aldığı kadındır babaannesi. Zaten ona çok benzetirler bugün, Küçük Nuriye, derler. İlkokulun ilk üç yılını Garmisch’te okur. Ama babaanne sıkılıp Türkiye’ye, yine sıkılıp Almanya’ya, sürekli gidip geldiği için, o da 15 yaşına kadar onunla birlikte gider gelir. Dolayısıyla ilk ve ortaokulu, babaannesinin bağ-bahçenin içindeki evinin olduğu Kavacık’ta tamamlar. Ancak Almanya’yla bağı hiç kesilmez; üvey annesiyle ablası, arkadaşları hálá oradadır. ŞİŞKO DİYE ALAY EDİLEN SPORCU KIZ Adını anmasa da babasının mesleğini seçerek Turizm ve Otelcilik Meslek Lisesi’ne girmesi tuhaf gelir biraz; ama onun seçimi değildir. Hatta kendisine sormadan babası tarafından bu liseye kaydedilmiş olmasına çok içerlemiştir. Çünkü onun aklı fikri spordadır o yıllarda... Biraz dokunaklı geçen lise yıllarında daha da çoğalacaktır bu isteği. Çünkü bugün, her hücresine hakim olduğu ince vücudunu istediği şekle sokabilen bu kadın, o zamanlar ‘iri yarı’, 75 kiloluk bir azman olarak görünür hain arkadaşlarına. ‘Şişko... şişko’ alaylarıyla içine kapanır. İçine kapanır ama hayatın peşini bırakmak anlamında değil; basketbol, voleybol, body, her türlü sporla içiçedir yine ve içten içe hırs yapmaktadır: ‘Bir gün öyle bir vücuda sahip olacağım ki, hepiniz kötü bir durumda, arkamdan hayranlıkla bakacaksınız.’ Aynen gerçekleşir bu. O zamandan tanıdığı arkadaşları gözlerine inanamaz onu yıllar sonra gördüğünde. Spor Akademisi’ne gitmeyi düşünürken yine kendini Marmara Üniversitesi Turizm Otelcilik Yüksek Okulu’nda bulur ama bitiremez. Çünkü o yıl bir kalp rahatsızlığı olduğunu öğrenip yıkılır; gerçi sonradan önemli bir şey olmadığını, sadece kalp kapakçığının hafif içe dönük olduğunu, zaman zaman çarpıntı, heyecan, tedirginlik yapmak dışında bir tehlikesi bulunmadığını öğrenecektir ama o zaman okulu bıraktırır bu rahatsızlık ona. RESEPSİYONİST, GARSON AMA ASLA ORYANTAL DEĞİL Bir ara LCC’ye gider, mankenlik, fotomodellik dersleri alır. Aslında mankenlikten çok fotomodelliktedir gözü. Çünkü kendini bildi bileli aynaya baktığında ‘Güzel bir kadın değilim’ diye düşünmüştür. Ama güzel olmayan kadınların genelde fotojenik olduğuna inanır. Kendisini de öyle bulur. Ama fotomodellikte de, mankenlikte de yaver gitmeyecektir şansı. Dalyan’da bir otelde resepsiyonistlik, bir restoranda garsonluk, Almanya’yla iş yapan bir şirkette tanıtım gibi işler yapar. Daha o zamanlardan başlar gururunu konuşturmaya; mesela babaannesinden para istememeye. Ama dans, hele oryantal, hayatının kıyısından bile geçmemiştir o yıllara dek. Ne küçükken ayna önünde ütü kordonuyla şarkı söylemişliği, ne babaannesinin süslü elbiseleriyle oynamışlığı vardır. Hatta babaannesi gibi o da oryantal müzikten nefret eder, eve sokmazlar; daha çok yabancı pop dinler. Ama eskiden beri bir kız arkadaşı vardır, çok güzel oryantal yaptığı için Küçük Sibel Can denilen. O zamanlar Sibel Can’ın kim olduğunu bilmediği gibi, arkadaşı sağda solda oynamaya başladığında utanıp, gözlerini kapar. Ama onun çaldığı farklı tarz bir Arap müziği vardır ki, o içten içe hoşuna gider. AA BU BÖYLE YAPILMAZ DEDİ KENDİNİ SAHNEYE ATTI Yani, inanması biraz zordur ama kendini sahneye atıp oynamaya başladığı ‘o gece’den önce, bu arkadaşının çaldığı müziğe olan kulak ve figürlerine olan göz aşinalığı dışında bir ilgisi yoktur dansla. O gece bir düğüne davetlidir. Bir kenarda otururken, Arap müzikleri çalmaya başlar. Öyle ki bir an, o eski arkadaşının çıkıp oynayacağını sanır. Ama gelen dönemin isim yapmış dansözlerinden biridir. Dansı seyretmeye başlar, seyrederken hiç beğenmez, figürleri o güzel müziğe hiç yakıştırmaz, giderek içerler, içerlemesi sinir olmaya dönüşür ve birden ‘o öyle yapılmaz, böyle yapılır’ diyerek kendini sahneye atar. Buna en çok kendi şaşırır. Şimdi o sahnedeyken biri ona bunu yapsa çok bozulacaktır elbet, o dansçı da bozulur ama ‘müzik öyle heba edilince’ kendini kaybetmiştir bir kere, müzik kasedi bitene kadar kimse indiremez onu sahneden. ‘Sen neymişsin’ övgüleri babaannenin kapısına kadar ulaşır; o henüz ‘bu da nereden çıktı, başıma iş mi açacaksınız’ noktasındadır ama Asena galiba o gece farkına varmıştır yapması gereken işin. İLK SAHNE DENEYİMİ DAUM’LA BEŞİKTAŞ ŞAMPİYONLUĞUNDA Bol bol yabancı oryantal kaset izlemek dışında fazla üzerine düşmez dansın. Ama o bir Yay’dır, girişkendir, cesurdur, birden karar verip girişebilir: 1995’te bir gün, Beşiktaşlı bir tanıdığını ziyarete gider. Tesadüfen tanık olduğu konuşma, Beşiktaş’ın o yılki şampiyonluk kutlamasında yapılacak oryantal gösteriler üzerinedir. ‘Kimler çıkacak?’ sorusuyla dahil olur sohbete; birilerinin -ama ünlü üç dört dansözün- isimleri sayılır. ‘Ben de o gece oynamak istiyorum’ talebi ise şaşkınlıkla karşılanır. ‘Peki ben gidip konuşayım, kim bu kutlamayı yapacak şirketin sahibi?’ diye sorar. ‘Aman o çok üst düzey, biz bile onunla her istediğimizde görüşemiyoruz’ cevabı alır. Ertesi gün o şirkettedir. Kapıdakileri ‘bekleniyorum’ diye kandırarak soluğu şirket sahibinin odasında alır. Ve konuya direkt girer: ‘Ben hazırladığınız kutlama gecesinde dans etmek istiyorum! İki saat oynarım. Para da istemem. Yeter ki çıkarın beni.’ Önündeki yazılarla ilgilenen zat, kafasını kaldırır ve şöyle der: ‘Sen de kimsin?’ ‘Anlatacağım’ der, ‘ama güvenliği çağırıp kolumdan tutarak attırmayın beni dışarı.’ Sevimli gelir bu hali. Görüşmenin sonunda, ‘rezil olmayacağı konusunda’ karşısındakini ikna etmiş, gecede dans etmek için izni koparmıştır. Hemen kostüm yaptırır, müzik kasedini hazırlar, geceler boyu dinleyerek kafasında koreografilerini yapar, heyecanla geceye doğru yola çıkar. Ertesi gün gazetelerde, Beşiktaş’ın o zamanki Teknik Direktörü Daum’la karşılıklı yaptığı danslar vardır. Gerçi ‘dansözler’den biridir sadece, Asena adı yoktur henüz ama yakındır. İşte biz bundan sonra yavaş yavaş tanırız Asena’yı. Günlük hayatında ne kadar sade, samimi, esprili ve muzipse, sahnede o kadar şık, o kadar uzak, bazen vahşi bir kediye, bir kurta, hatta çakala benzeyen Asena’yı. Vücudunun her bir kasına nasıl bu kadar hakim olabildiğine şaşar, dansının kendine özgülüğünü farketmeye başlarız. O OKULU BİTİRECEĞİM Bundan sonra ne olacak? Tek dileğim özgür olmak. Kendi hayatımı yaşamak. Bütün normal insanlar gibi evlenip çocuk sahibi olmak istiyorum ama şimdi değil. Bu ilişkinin geri dönüşü yok artık. Ne reklamla, ne başka şeyle alakası var. Bütün tartışmalar da bitsin, herkes birbirine zarar veriyor, olayların bu noktaya gelmesi ona da zarar. Evime gidiyorum. Okula gelince, bu aralar moralim bozuk. Sadece önemli bir sınavım var, ona gireceğim. Ama o okulu öyle ya da böyle bitireceğim. Asena bunları aşacak. Sözün bittiği yerde dansla konuşuyor Onun farkı doğal yeteneğinin yanında, yıllarca yaptığı sporda ve hırsında yatar; bu yüzden pek dans çalışmamış hep streching yapmıştır, kaslarına istediğini yaptırır, istemediğini yaptırmaz. Yaptığını oryantal olarak değil, ‘bedenini konuşturma’ olarak yorumlar. O dil, içinde durur durur, aniden saldırır. Ama sahnedeki vahşi yaratık, müzik biter bitmez yumuşar, ışıltılı giysilerden kurtulup sade bir eşofman geçirir üstüne, sakin bir meleğe dönüşür. Sözün bittiği yerde de dansla konuşur. Onu anlamak için dansını seyretmek gerekir. Zaten o dans edince, herkese susmak düşer. Dansıyla kurar çoğu zaman ilişkisini; bir adama ‘Öküzün tekisin sen!’’ bile diyebilir dansla. Ya da ‘sen özelsin, ben seni seviyorum.’ Bir kadına dansıyla ‘Teyzeciğim, sen niçin bana bakmıyorsun, ben sana ne yaptım?’’ diye sorar, onu kazanır. Sahnede aksi mi aksidir aslında; surat bir karış, sanki oturanların ona borcu var, ödemiyorlar! Ama dans ettikçe yumuşar, ayakları yerden kesilir, gülümser. GENELDE KİMSENİN BEĞENMEDİĞİ ADAMLARI SEVDİ Genelde kimsenin beğenmediği, ‘itici’ bulduğu adamları sevmiş. Okulda platonik bir ilişki yaşadığı çocuğun çirkin mi çirkin olduğunu, kendi ilgisi yüzünden şımarıp onu aldatmaya kalktığını hatırlıyor. Ama dans, önemli bir iletişim aracı erkeklerle arasında. Birçok teklifi bu yolla aldığı vaki. Kadınlar zevk alıyor dansından, erkekler merak ediyor: ‘Nasıl yapıyor? Acaba başka zamanlarda da bu hareketleri yapabiliyor mu?’’ Adı pek çok kişiyle çıkmış ama gerçek sevgililerini çok az kişi biliyor. Ne müzik, ne moda, ne dans eğitimi var. Ama hepsi birbirinden şık dans kostümlerini kendi çiziyor, renklerine ve kumaşlarına kendi karar veriyor, kostümcüsü dikiyor. O kendi müziğini de kendi yapıyor. Bir fırsat verilse, albümler dolduracak ritim düzenlemeleri var; Anjelika Akbar’ın Bach A L’orientale albümünde, klibinde dans ettiği parçanın ritim düzenlemesi de ona ait... TAM AYRILIYORDUM VURULDUM 1.5 yıl, işten eve, evden işe kendimi kapattım. Söylenenlere de inanmadım. Her dediğini de yapmıyordum ama saygımı da esirgemiyordum. Bir şeylere inanıyorsunuz ama bazen yalan şeyler de söyleniyor, üç dört kez şans verdim ona. Sonunda bardak taştı. Ben dürüst davrandım, ondan da bunu bekledim. Her şeyi öğrendikten sonra başkaldırmaya, ayrılmak için mücadeleye başladım. Tam ayrılıyordum vuruldum. Sonra yine ayrılmak istedim, bu sefer onun başına sıkıntılar geldi, bu zamanda bir de sen vurma dediler, yapmadım. AYAĞINI KİME VERDİ? Onu bacağından yaralamak suçundan yargılanan Ahmet Demir, kendi kararıyla ateş ettiğini söyledi mahkemede. Yargılandı, sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı, konu kapandı! Yıllar sonra, geçen hafta, Asena canlı yayında, ‘Artık özgür olmak istiyorum. Ayağımı verdim’ dedi. Bu ‘Beni İbrahim Tatlıses vurdurdu’ demek miydi? Hayır, diyor: ‘O konulara girmek istemiyorum. Kimsenin günahını alamam. Böyle olduğuna inanamam.’ Amerikan Başkanı’yken Bill Clinton’ın ve ünlü İngiliz sanatçı Mick Jagger’ın önünde -nasılsa- dans edebilme fırsatını yakalayan Asena, Anjelika Akbar’ın Bach A L’orientale konserlerine ‘vurulduğu’ için çıkamadı. Sadece klipte ve iyileştikten sonra iki kez dans edebildi. BARDAĞI TAŞIRAN DAMLA Ben çok sevdim. Arkadaşlarım İbrahim Bey’e taptığımı söylüyorlardı. Çok sevdim ama bir gecede de hepsi yıkıldı. Bardağı taşıran güven konusuydu. Başta dedim ki, ‘Bir sürü insan bir sürü şey söylüyor ben bunlara inanmak istemiyorum. Dünyanın en kötü şeyini yapsanız bile bana doğruyu söyleyin.’ Hatta teşekkür etmişti. Emel Armutçu / Hürriyet Pazar