Internet Haber Mobil Uygulama
Internet Haber mobil uygulamasını denediniz mi?
Internet Haber mobil uygulamasını denediniz mi?
Günümüzde kadın, erkek, çocuk, hayvan ya da bitki fark etmeksizin tüm canlıların belli bir biçimde görünmesi ve belli şekillerde davranması beklenmektedir. Kadınlar için yalnızca geleneksel rollerle sınırlı kalmayan bu beklenti, aynı zamanda “kadın gibi kadın” olma kisvesi altında belirli bir dış görünüşe sahip olma zorunluluğuna dönüşmüştür. Bu durum sadece kadınlara özgü değildir; benzer baskılar erkekler, çocuklar, hatta hayvanlar ve bitkiler için bile geçerli hâle gelmiştir.
Hayvanlar, laboratuvar koşullarında ev yaşamına uygun şekilde
üretilmekte; sokakta yaşamalarına çoğu zaman izin verilmemektedir.
Bitkiler, peyzaj estetiğine uygun biçimde budanmakta; ağaçlar ise
kimi zaman “yaşam alanı” oluşturma bahanesiyle toptan
kesilmektedir.
Hemen her şeyin “olması gereken” bir formu vardır. Bu durum zaman
zaman bireylerin sosyolojik, psikolojik ve fizyolojik
özellikleriyle çatışmaktadır. Ne giyeceğimize, nasıl
davranacağımıza başkaları karar verir hâle gelmiştir. Bu tablo, 19.
yüzyıldan günümüze dek süregelen bir toplumsal mirasın
sonucudur.
Örneğin 19. yüzyılda kadınlar, son derece bilgili, kültürlü ve
üretken olmalarına rağmen sosyal yaşama dâhil olamaz, pasif bir
yaşam sürmek zorunda kalırlardı. Bu tatminsizlik hali, Jean-Martin
Charcot’nun histeri tanımında bile yer bulmuş; kadınların
bastırılmış yaşamları, ruhsal sorunlarla ilişkilendirilmiştir.
Marie Curie, farklı bilim dallarında iki Nobel ödülüne layık
görülmüş bir bilim insanıydı. Ancak Nobel ödüllerinin o dönem İsveç
Kraliyet Ailesi tarafından verilmesi ve kadınlara ödül verilmemesi
nedeniyle, ilk ödülünü ancak eşi adına alabilmiştir. İkinci
Nobel’ini ise bizzat teslim almaya gelmesi istenmemiştir. Bu
yalnızca kişisel bir mağduriyet değil; aynı zamanda dönemin kadın
algısını ve kurumsal cinsiyetçiliği gözler önüne seren acı bir
örnektir.
19. yüzyıl Osmanlısı’nda ise devlet politikası gereği, hariciyeci
erkeklere uygun eşler yetiştirmek amacıyla Galatasaray Lisesi bir
“proje okulu” olarak yapılandırılmıştı. Dil bilen, görgülü, devlet
erkânına yakışır kadınlar yetiştiriliyordu. Ancak tüm bilgi ve
donanımlarına rağmen kadınlar, bu birikimlerini toplumsal hayatta
işlevsel hâle getiremezlerdi. İstanbul Erkek Lisesi gibi diğer
okullar da bu misyona zamanla dâhil olmuştur.
Feminizm, 19. yüzyılda kadınlara yönelik adaletsizliğe karşı
gelişen bir bilinçle organize bir harekete dönüşmüştür. Hareketin
temel amacı, kadınların daha görünür, daha etkin ve çalışma
hayatında eşit haklara sahip bireyler olabilmesidir. Ancak
günümüzdeki üçüncü dalga feminizm, pozitif ayrımcılığı öne çıkaran;
kimi zaman erkeğe meydan okuyan bir kadın modelini teşvik
etmektedir. Bu yaklaşım, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden
şekillenmesine neden olmuş; erkeklerin pasifleştiği, kadın-erkek
ilişkilerinin güç mücadelelerine dönüştüğü bir tablo ortaya
çıkmıştır.
Topuklu ayakkabılar, bir dönem Pers süvarilerinin at üzerinde denge
sağlamak için giydiği bir ekipmandı. Günümüzde ise kadın
cinselliğini öne çıkaran bir objeye dönüşmüştür. Kadınlara bir
yandan bilgelik, doğurganlık ve güç atfedilirken, diğer yandan
estetik bir nesne hâline getirilmişlerdir. Bizzat kendi ellerimizle
yarattığımız bu sistemin içinde, bugün “prenses erkekler”den ve
“barbie görünümlü plastik kadınlar”dan şikâyet eder hâle
geldik.
Antik çağlarda kadınların doğurganlık potansiyelinin göstergesi
olarak geniş kalçalar ve büyük göğüsler yüceltilmiştir. Bu fiziksel
özellikler, doğum kapasitesinin bir simgesi olarak
değerlendirilmiştir. Oysa bu “ideal” biçimler, toplumsal algının
ürünüdür. Antik Yunan, Orta Çağ, Rönesans ve modern dönem boyunca
kadının “olması gereken” görünümü sürekli değişmiş; her bir biçim
kendi döneminde toplum tarafından normal kabul edilmiştir.
1950’lerde savaş ve kıtlık sonrası kum saati vücut tipi yeniden
doğurganlığın simgesi hâline gelmiş; Marilyn Monroe, Jayne
Mansfield ve Betty Brosmer gibi isimler, bu idealin temsilcisi
olarak öne çıkmıştır. 1920’lerde ise kadınlar, erkekleri memnun
etmeyi bir kenara bırakıp kısa saçları, düz hatları ve ince
bedenleriyle moda dünyasında yer edinmeye başlamışlardır. Ancak
korseyi terk eden kadınlar, bu kez spor ve diyet baskısıyla
bedenlerini şekillendirme yükünü taşımaya başlamıştır.
1990’larda medya, kilolu olmanın hem sağlık hem estetik açısından
tehlikeli olduğunu empoze etmiş; tombulluk alay konusu hâline
getirilmiş ve iradesizlikle özdeşleştirilmiştir. Bu algı, yeme
bozukluklarını tetiklemiş ve bireylerin beden algılarında ciddi
sapmalara neden olmuştur. Kilo almaktan korkma, aşırı zayıflamaya
rağmen hâlâ kilolu olduğunu düşünme gibi çarpık algılar, günümüzde
yaygındır. Bu durum; yiyecek kısıtlamaları, aşırı egzersiz,
tıkınırcasına yeme, ardından gelen suçluluk ve kusma davranışları
gibi birçok sorunu beraberinde getirmiştir.
Birçok kadın aslında sağlıklı bir beden bütünlüğüne sahip olmasına rağmen, hayalî bir “bozukluk” algısıyla yaşamakta; botoks, dolgu ve silikon gibi estetik müdahalelere yönelmektedir. Bu işlemler sadece fiziksel bütünlüğü değil, ruhsal dengeyi de olumsuz etkilemektedir. Vücut simetrisinin bozulması bir yana, operasyonlarda alınan narkozların da bedensel etkileri bulunmaktadır.
Mükemmeliyetçilik, utangaçlık, depresyon, sosyal geri çekilme ve
kaygı; anoreksiyayı tetiklerken, histeri, duygusal dalgalanmalar,
rastgele cinsel ilişkiler, madde kullanımı ve dürtüsellik ise
bulimia gelişiminde etkili faktörler arasında yer almaktadır.