Televizyonlarda yayınlandı. Ergen yaşta zenci kıza üç beyaz
tecavüz ediyor. “Rızası vardı” gerekçesiyle serbest bırakılıyorlar.
Kızın babası üç sapığı öldürüyor ve tutuklanıyor. Mahkemede
ırkçılık yargılanıyor. Zenci baba suçlu bulunmak üzere ve idam
edilecek. Avukatı teselli etmeye çalışıyor “anlıyorum”
diye, acılı baba “anlayamazsın” diyor; “sen zenci
değilsin”.
Filmin sonu önemli. Karar oturumu. Avukat, kanunları bir yana
bırakıp vicdanlara seslenen son savunmasını yapıyor:
“Gözlerinizi kapatın” diyor ve “olayı hayal
edin”. Tecavüz olayını anlatmaya başlıyor. Korkunç bir
trajedi. Avukatın son cümlesi şu: “Mağdurun kızınız olduğunu
hayal edin. Kızınız beyaz. Lütfen hayal edin, ona tecavüz edenler
ise zenci”. “Şimdi” diye savunmasını bitiriyor avukat;
”açın gözlerinizi ve karar verin”. Jürinin kararı: Baba
suçsuz.
Pırıl pırıl kızlarımızdan biri olan Özgecan’ımızın katilini
“linç edilmekten neden kurtarıyorsunuz” diye pek çoğunuz
gibi, ben de isyan ettim. İkisi kız, dişçilik öğrencisi üç
çocuğumuz da ABD’de hunharca öldürüldü. Onların da tek suçu
Müslüman olmaktı.
Bu tür cinayetlerin dini, ırkı, milliyeti, kültürü elbette
olmaz. Ama şu bir gerçek. Dünyanın pek çok ülkesinde,
Müslümanlara yönelik vahşi katliamlar hızla artıyor. Ülkemizde
tecavüz ve bilhassa kadına yönelik şiddet de her geçen gün artıyor.
Müslümanlara yönelik katliamlar için, “cihatcı Müslümanlar
teröre meyyal, katledilmeyi hak ediyor” diyemeyeceğimiz gibi,
Türkiye’deki kadın cinayetlerini de “bizim erkeklerimiz başka
ülkelerin erkeklerine göre barbar ve vahşi” peşin hükmüyle
asla değerlendiremeyiz. Her iki olayla ilgili,
duygularımızı bir yana bırakıp, objektif bir değerlendirme
yapmaya mecburuz.
Önceki yazılarımın birinde Fransa’daki katliamı örnek alarak,
Müslümanların katledilmesiyle ilgili fikrimi yazmıştım.
Kadın cinayetleri ile ilgili fikrim şudur:
Rakamlar açıklandı. Son yıllarda, erkeklere göre, kadın istihdamı
inanılmaz derecede artmış. Bilinen bir gerçek ama rakamlar yüzde 90
gibi oranlardan söz ediyor. Yani bugüne kadar eve
kapattığımız kadınlar, çok büyük bir yoğunlukla, çalışma hayatına
dahil oluyor ve üretici bireyler olarak, dış dünyada kendi
varlıklarını hissettiriyorlar.
Bizim yıllar önce yaptığımız dar kapsamlı bir araştırmada da
şunu gözlemlemiştik. İşyerlerindeki kadınlarla kadınların,
erkeklerle erkeklerin rekabeti çok büyük bir değişiklik
geçiriyordu. Çünkü “kadınlara özgü ve erkeklere özgü
iş” ayrımı tümüyle ortadan kalkmıştı. Artık
işyerlerinde erkekler, özellikle kadın işgücü ile rekabet etmek
zorundaydı ve kadınlar erkeklerden daha sabırlı, daha uyumlu ve
daha disiplinli çalıştıkları için, daha fazla tercih
ediliyorlardı. Kadın işgücü, erkek istihdamına yönelik çok
ciddi bir tehdit olarak algılanıyordu. Askerlik gibi bir
engellerinin olmaması da avantaj sağlıyordu kuşkusuz ama,
kadınlar; iş hayatına erkeklerden daha nitelikli, daha
kariyerli başlıyorlardı. Çok hızlı yükseliyorlar ve erkek
işgörenlere kıyasla çok hızlı yönetici statüsü elde ediyorlardı.
Bu durum, erkeklerin çalışan kadınlara yönelik inanılmaz
bir hınç duymalarına neden oluyordu.
Kuşkusuz ki buna benzer araştırmalar bugün için teyid edilmeli
ama, şu anda bizim bu verileri “case” olarak kullanmamamızda
sakınca yok. Hepimizin gündelik hayatında tanık olduğu kültürel
dokumuza sinmiş şu basit “case”leri de birer analiz verisi olarak
ele alabiliriz:
“14 Şubat sevgililer gününde sevgilisine pahalı hediye almazsa
sevgilisi onun yüzüne bakmaz. Evlenirken madem ki, geline şu kadar
eşya alındı, bu kadar takı takıldı, bilmem ne kadar masraf edildi.
Kadın, bunun bedelini, kocasına ömür boyu kulluk ve kölelik yaparak
ödeyecek. Kadın asalak, eli ekmek tutan kocasına muhtaç. Yuvayı
dişi kuş yapar, kadın dizini kırıp evinde oturup kocasına hizmet
etmeli. Kızını dövmeyen dizini döver. Kızın başı boş kalırsa, ya
davulcuya gider ya da zurnacıya.”
Buna benzer sayısız örnek sıralanabilir. Ama belli ki tüm bu
örnekler kadına da, erkeğe de bir rol yüklemektedir. Son yıllarda,
kadının dış dünyaya daha fazla adım atması, iyi eğitim alması,
erkekten daha fazla çalışması, sosyal prestije daha fazla
mazhar olması; kuşkusuz ki, sadece çalıştığı işyerinde değil,
sosyal standartlar bakımından da erkeklerin kadına yönelik hınç
beslemelerine gayri ihtiyari neden olmaktadır.
Dikkatlerden uzak tutulmalı ki, bu hıncı tahrik edenlerin bir
kısmı; kaynana, görümce, kıskanç ve haris kadın rakipler gibi,
kadınların hemcinsleridir.
En vahim olan ise kitle iletişim araçlarıdır ve buradan açıkça
iddia ediyorum. Kadına yönelik şiddette, bana göre, onların ciddi
bir payları bulunmaktadır.
Marilyn Monroe’nin efsane filmlerinden birisini hatırlıyorum.
Sarışın aptal kadın para ve zenginlik için herşeye razı oluyor. Bir
Hollywod filmi daha hatırlıyorum. Kadın zengin bir koca buluyor.
Kocasından gizlediği yetişkin kızını kocasına işe aldırtıyor. Kız
üvey babasını ayartıyor. Anne kocasını suçüstü yakalayıp çok yüksek
nafakalarla kocasından boşanıyor. Ekeğin kanını emen, para ve
servet düşkünü, “şeytanın tapulu malı kadın” imgesi, benzeri pek
çok filme ziyadesiyle konu olmuştur. Nitekim Katolik ahlak,
ortaçağda olduğu gibi bugün de, kadını doğrudan doğruya
“şeytanın hizmetkarı” olarak tanımlamaktadır. “Karının
sırrı ile arının sırrına erilmez” lafı da, Yunan ve Grek
mitolojik öykülerinden bize kalan bir mirastır.
Televizyonlardaki evlilik programlarının her birinde kadın; ev,
araba, kat, yat karşılığı evlenmeye hazır bir fırsatçı olarak
yansıtılmaktadır. Nitekim, erkeğin birisi geldi ve kadına dedi ki
“özel uçağıma atlayıp seninle evlenmeye geldim. Peşimde koşan
çok ama seni seçtim”. Gene Realty Show gibi bazı saçma sapan
programlarda, kadınlar; gerçekte olmadığı halde, konu mankeni
olarak kullanılıyor, onlara akıl almaz çirkinlikte imaj
giydiriliyor ve kadına yönelik toplumsal nefret dolayımıyla raiting
elde edilmeye çalışılıyor. Bana göre bunların en çirkini, adına
“tarz” veya “stil” denilen programlar. Tesadüfen
rast geldim ve sonra sıklıkla izlemeye başladım. Bir arkadaşıma
dedim ki, “bunların üslubu neden bu kadar çirkin”.
Arkadaşım,“yarışmanın formatı bu, böyle bir üslup kullanmaları
telkin ediliyor”dedi.
İnanamadım. Gencecik kızlar, birbirlerini o kadar çok
aşağılıyorlar ki, ben izlerken sinirlerim laçka oluyor. Onlar nasıl
tahammül ediyor, anlamak mümkün değil. Jüri dedikleri kişilerin
dili ise daha da çirkin. Bir de bu genç kızlarımızın,
“şunun ağzının payını veremedin, yazıklar olsun sana” gibi
telkinlere ve tahriklere sürekli maruz kaldığını düşünün. Daha da
acısı, kadınlara bunu yapanların çoğu kadın.
“Abartmayalım, bunlar birer televizyon oyunundan ibaret”
demeyin lütfen. Öyle değil. Bizim algımıza giren her söz,
görüntü, simge, yani medyatik üretimler; kayıt edilecek kadar
dikkatımizi çektiği takdirde (ki bu programlar ciddi
raitingler yaptığına göre, dikkatle izleniyor demektir),
bilinçaltında muhakkak bir iz bırakır. Biz bunlara
sleeper effect (medyanın kuluçka etkisi demektir) deriz.
Kuluçkada bekleyen bu kayıtlarımız, hiç ummadığımız,
beklemediğimiz anlarda, gayri ihtiyari nükseder ve biz farkında
olmadan bizim davranışlarımızı takdir eder. Bu yüzden,
hemen bütün reklam metinlerine, şu veya bu biçimde,
bilinçaltına hitap eden temalar sindirilir, ürünü tüketici gayri
iradi olarak tüketsin diye.
Bu tür programların neden olduğu bilinç tahribatını, üç ana
kategoride basitçe özetleyebiliriz:
Birincisi, mass medya, yayınladığı programlarda; çevremizdeki
özne, nesne, eşya, kavram, simge gibi, her şeyle ilgili olarak bazı
betimlemelerde bulunur. Bu bir tanım değildir. Tanım ile
ilgisi olmayan bu betimlemeler, gerçeği başka bir gerçek olarak
algılamamıza neden olur. Örneğin hepmizin bildiği bir
kalem tanımı vardır. Ama bir dizi filminde kahraman kötü adamı
“kalem” ile öldürdüğünde, bizim zihnimizdeki kalem tanımını
değiştiremez ama kalemi, bilinçaltımıza, “kötü insanı öldürme
aygıtı” olarak nakış gibi işler. “Elindeki ne”
diye sorduğunuzda “yazı yazdığım kalem” cevabını
alırsınız. Onun belleğinde kalem, gerçekten de kalem olarak
kayıtlıdır. Ama sözgelimi, birisine çok kızıp
sinirlendiğinde, farkında olmadan aynı kalemi, elinde bıçak gibi
tutmaya ve sağa sola salamaya başlar. Nesne aynı nesne olsa
bile, belleğe nesnenin tanımı kaydedilir ama bilinçaltına onun
betimlemesi yerleşir. Dolayısıyla medya, zararsız gibi
görünen betimlemeleriyle, bilinçaltımızda, tam da, böyle bir
“uyuyan etki” yaratır.
İkinci olarak medya, ilgilerimizi, dikkatlerimizi, seçim ve
tercihlerimizi; maça, karnavala, eğlenceye, magazine, tüketime
yönlendirerek, algılarımızı önceden organize eder.
Böylece, insanların pek çoğu, sıradan bir mankenin kaçıncı
evliliğini nerede yaptığını, hangi takımın nereden, kimi transfer
ettiğini, hangi popüler şarkıcının, hangi mekanda, kiminle kaçamak
yaptığını bilecek kadar, boş işlerle zihnini meşgul ederken;
örneğin evden dışarı çıktığında, ocağın altını yanık bırakıp
bırakmadığını bile hatırında tutamaz hale gelir. Dış dünya
sorunlarıyla ilgilenmek yerine, tıpkı hayvanlar gibi, bütün
ilgileri beslenmek, güvenlik ve cinsellikten ibaret hale gelir.
Sadece kodlanmış oldukları davranışları ortaya koyarlar.
Özellikle kitle iletişim araçları ile günümüz sosyal medyası, hemen
tümüyle bu amaca yönelik olarak işlev görmektedir. Gündelik
yaşamın kolaylaştırmasına hiçbir katkı sağlamayan boş zaman
aktiviteleri ile medya; kişileri sürekli meşgul
etmektedir. Onların algılarını organize etmekte, muhakeme
ve iradelerini mefluç hale getirmekte, davranışlarını
yönlendirmektedir.
Üçüncü olarak televizyon gibi mass medya ile cep telefonu, internet
gibi yeni medya aygıtları, duygularımızı sürekli yalama
hale getirmektedir. “Non-meaning” kavramıyla tanımlanan bu
kafa karışıklığı; çok anlamlı bir olayın son derece
anlamsız, çok anlamasız bir olayın ise son derece anlamlıymış gibi
algılanmasın neden olmaktadır. Örneğin pek çok kişinin
katledildiği bir terör saldırısı son derece olağan ve bir o kadar
önemsiz bir olaymış gibi verilirken, herhangi bir sinema filmi veya
dizideki düzmece bir katliam sahnesi, o denli etkili bir biçimde
sunulmaktadır ki, izleyiciler, teröristleri mağdur, mağdurları
terörist gibi algılamaktadır. Aynı şekilde kadın veya çocuğa şiddet
o kadar olağan hale getirilmektedir ki, bu olayların ne denli
trajik olduğunu izleyiciler fark edememektedir. Örneğin dizi
filmlerdeki karakterlerden birisine izleyici, ilk sezon lanetler
yağdırırken, müteakip sezonda aynı karakter mağdur ve mazlum hale
getirilmekte ve izleyicinin nefreti, merhametle ikame edilerek,
dizinin izlenmesi sağlanmaktadır. Mass medya tarafından,
sanal ortama taşınarak dikiş tutmaz hale getirilen duygular, gerçek
dünyada da işlemez duruma dönüştürülmektedir. Benzer
olayları yaşayan insanlar, antipati mi sempati mi duyması
gerektiğine karar verememekte; hangi durumlarda takdir, hangi
durumlarda tenkid etmeleri gerektiğini kestiremez hale gelmektedir.
Günümüzde, uyanık olmak ve uyanık kalmak gerçekten de zor. Bir de
şunu açıkça söylemek zorundayım: Raiting uğruna, zihinlerimizin bu
denli iğdiş edilmesini, hiçbir mazeret mazur gösteremez.
Elbette, Özgecan’ımızı katleden sapıklardan sokaklarda,
binlercesi dolanıyor. Ama aynı zamanda da bu tarz medyatik
prodüksiyonlar; sapıkların, sapıklıklarını, kendi kendilerine
meşrulaştırmalarına katkı sağlıyor.
Bu tür programların sadece birer oyun olduğunu düşünenler, acaba
bunun farkındalar mı? Farkındalarsa, kadınların
katledilmesine, taammüden fetva çıkartıyorlar demektir. Farkında
değilseler şayet, lütfen acilen fark etsinler.