İki örnek vereceğim. Bu iki örneği lütfen zihinlerimize çok
büyük bir özenle nakşedelim.
Birinci örnek şu: Macaristan’daki bir üst düzey yönetici,
“Müslüman göçmen sorunu neden Hristiyanların sorunu olsun
ki” demişti. Bazı yayın organlarına göre, Suriyeli göçmenlere
Almanyalı yetkililer “Müslümanlığı bırak, Hristiyan ol. Seni
buranın yurttaşı yapalım” diyorlarmış. Haberler doğru mudur?
Bence doğrudur.
İkinci örnek de şu: Üsküp’te, hakim bir tepede, Mustafa Paşa isimli
muhteşem bir cami var. Caminin etrafı çarşı. Cuma günleri, farklı
etnik kökenden Müslüman esnaf, dükkanlarını kapatıp Mustafa Paşa
Camiinde cuma namazı kılıyor. Müslüman esnaf, dükkanlarına
dönünceye kadar, gayrimüslim esnaf dükkanlarını kapalı tutuyor.
Alışveriş yapmıyorlar: Sorduğunuzda “saygı” diyorlar. “Saygı”
tavsifi aynı zamanda; ibadet eden Müslüman esnafı haksız rekabete
maruz bırakıp, onların nasibine göz dikip, el uzatmaktan sakınmayı
da anlatıyor.
Tespit-1: Türkiye’deki hiçbir Müslüman,
Üsküp’teki gayrimüslim esnaf kadar erdemli insan
değildir.
Tespit -2: Dünyadaki hiçbir yönetici, Macaristan
ve bilhassa Almanya’dakiler kadar aşağılık değildir.
Bu iki örnek ve tespit, bu günün gündemi ile çok yakından ilgili.
Ama lafın tamamını söylemeye hacet yok. Konuşageldiğimiz ve
konuşmaya devam edeceğimiz; devlet ile devletin fiili şiddet
uygulama tekel ve ayrıcalığına, Cizre ve benzeri yerlerdeki
operasyonlar vesilesiyle yeniden değinmek
gerekmektedir.
Sosyal medya iki safa ayrılmış durumda. Bir kısmı, emniyet
güçlerinin safında yer alıyor ve Güneydoğu’daki operasyonların
haklılığına yönelik paylaşımlarda bulunuyor. Bir kısmı da, farkında
olarak veya olmayarak, PKK’nın propagandası doğrultusunda kanaatler
beyan ediyor ve paylaşımlarda bulunuyor. Bana göre ise sonuç şu:
Türkiye gerçekten de bölge bağlamında bölünmüş görünüyor. Suçlu
aramak saçma: Bu kristalleşmeyi kimler tahayyül etmiş ise
hayalleri gerçek olmuş. Bu lafın arkasından, “dış mihrak”
mazeretleri sıralayacak değilim. Çünkü uluslararası
platform: Kimin dişi kesiyorsa, dişini mermere geçirdiği; kim bu
konuda “eblek” ise bulamaç yerken dişini kırdığı bir
arenadır. Mazeret üretip başarısızlıklarımızı
meşrulaştırmayalım.
Benim fikrim şudur:
İnsanlar, doğal yaşam alanlarında, birbirlerini hasım olarak
üretmezler. Yarışma elbette olur ama doğal durumda insanlar
birlerine rakip değildir. Minik bir örnek: Kazakistan’da bir
araştırma için anket yapmıştım. Veri girişi yapıyorduk. Türkçe ve
Kazakça veri girişi yaptığımız için, Türkiye’den gelen ile
Kazakistan’da yaşayan öğrencilerden birer ekip oluşturmuştum.
Türkiyeli öğrenci ekibinin üyeleri, daha fazla anket girişi
yapabilmek için birbirleri ile yarışıyorlardı. Hatta, ekip
arkadaşlarının geride kalmasına teşne olmaya çalışıyorlardı. Kazak
öğrenci ekibinde ise; kim geride kalıyorsa, bir araya geliyorlar ve
ona yardım ediyorlardı. Ekip üyelerinden her hangi birisinin, bir
diğerinin gerisinde kalmasına izin vermiyorlardı. Kazak öğrenciler,
rekabetçi bir yaşam alanından haberdar değillerdi. Türkiye’den
gelen öğrenciler ise rekabetçi bir kültürel ortamda yoğrularak
gelmişlerdi.
Elbette iki kardeş birbiri ile yarışır. Bu hem kaçınılmazdır
hem de şarttır. Zira insan bu yolla, yani başkasının beklentilerine
göre kendisini kurarak mesafe alır. Buna teknik olarak “öteki”
demekle birlikte, bu yarışa, ‘beriki’nin ‘öteki’ni bertaraf etme
rekabeti asla diyemeyiz. Foucault’dan ilhamla, buna, insan ve
ikizleri diyebiliriz ve bu anlamdaki “öteki”leştirmeye, insanın
önce kendi kendisi, sonra da başkaları nezdinde kendisini kurma
süreci adını verebiliriz.
Akademik laflarla sıkboğaz edecek değilim. Ama şu kadarını
açıklamama izin verin: İnsanlar doğaları gereği, önce kendi
içlerinde (Character böyle şekillenir) “ben” ve “öteki”ni
(ambivalance) inşa ederler. Sonra kendi (self)sine göre,
başkalarını ve kendilerini kurarlar (identity). Bazen de, kendisine
kayıtsız şartsız tabi olup, itaat edecek insancıklar toplamak için,
“beriki”ler ile “öteki”leri karşılıklı olarak inşa ederler. Bu
inşa, çok profesyonelce yapıldığında, artık, mutlak hakimiyetin
tesis edildiği iktidar alanları var edilmiş olur ki, hegemonya tam
da böyle tesis edilir.
Kısacası, insanların doğası saf tutmaya yatkındır.
Birliktelikler ve birlikler böyle oluşmaktadır. İnsanın bu doğası;
birilerinin, birçoklarını saf tutmaya zorlayarak ideolojik,
siyasal, ekonomik çıkar sağlama ve iktidar alanı oluşturmasına izin
vermektedir. Siyasal parti taraftarı olmaktan, “takım tutma”ya
kadar pek çok tarafgirlik, insanın bu doğasının
sonucudur.
Küreselleşen günümüzde saflaşma hem ulusal hem de
uluslararası düzeyde inşa edilmektedir. Adını bile
telaffuz edemediği takımın taraftarları gibi, insanlar pek çok
şekilde kristalize olmaktadır. Lafı dolandırmadan sonuca bakalım:
Günümüzde, ulusal mensubiyet duygusu çözülmüştür.
Ulusal birlik ve bütünlük, ulusal çıkar, ulusal ülkü gibi
kavramlarla bu gerçeği örtbas etmenin imkanı kalmamıştır.
Gösterişli bir hatunu, haritada yerini bile gösteremeyeceği
bir ilçeye götürüp, belediye başkanı yapabilirler ve siz
ona “sen bizim huzurumuzu kaçırmak için
görevlendirilmiş ajan provakatörsün. Ülkemizden defol”
diyemezsiniz.
Bunu şunun için vurguluyorum: AK Parti’nin genel başkanı
seçilen, Sayın Ahmet Davutoğlu, küresel düzlemdeki bu
konjonktürü, Türkiye’de en iyi bilen beyinlerden birisidir. Bu
bizim için çok büyük bir avantajdır. Davutoğlu’nun
şahsında mündemiç bu avantajın, bana göre, AK Partililer de
farkında. Delegenin, kongre vasıtasıyla verdiği, “Davutoğlu’na
rağmen hiçbir şey olmaz” mesajını, ben, genel
başkanlıktan liderliğe inkılap olarak değerlendiriyorum.
Davutoğlu’nun misyonu da bu şekilde takdir edilmiş ve tensip
buyurulmuştur ama işinin çok zor olduğu belli.
Seçimin sonucu ne olursa olsun, hem AK Partisiz bir hükümet
modelinin çıkmayacağından ve hem de AK Parti’nin elindeki kozlar
tükendiği için naz edemeyeceğinden hareketle, bugünden üç öneride
bulunmak istiyorum.
1. İnsanların zihninde ‘öteki’ni inşa etmek çok kolaydır.
Çünkü insanın zihinsel doğası buna müsaittir. Ama “hadi kardeş
olalım” deyip, “beriki” inşa edilemez. Beriki,
deneyimlerin, yani sadece ve sadece sosyal ilişkilerin
eseridir. Bu yüzdendir ki, “hadi şuna düşman
olalım” dediğinizde, etrafınızda kümelenen insanlar
bulabilirsiniz. Ama, “kardeş olalım” dediğinizde, insanlar
kardeş olmaz. Bunun yegane yolu, insanların birbirleri ile sosyal
ilişkiler kurmalarını sağlamak, birbirleri nezdinde iyi niyet tesis
eden deneyimler edinmelerine ortamlar hazırlamaktır. İyi niyete
dayalı sosyal ilişkilerin nasıl tesis edileceğine dair program,
başlı başına bağımsız bir paket olarak tasarlanmalıdır.
2. Güneydoğu ve bazı doğu illerinin pek çoğu, İbn Haldun’un
deyimiyle bedavetten hadarete intisap edebilmiş değildir. İnsanlar
büyük ölçüde bedevi kültürel kodlara göre yaşamlarını tanzim
etmektedir. Bu kültürel form; kan davası, intikam gibi ve bu tür
hınçların dolayımındaki yiğitlik, erkeklik, yüreklilik gibi
duygusal yüklemelere müsaittir. PKK gibi taşeron terör örgütleri,
tam da, bu tür duygusal yüklemelerin yüceltildiği ortamlarda daha
fazla benimsenmekte ve akıl, iz’an, ferasetten yoksun bu tür
ortamlardan beslenmektedir.
Bunu önlemenin yegane yolu, yeni yetme veya ergen yaştaki genç
kuşakların, muhakkak, zanaat erbabı haline getirilmesidir. Elinde
zanaatı olan insanın eline silah tutuşturmak neredeyse imkansızdır.
Bu genç fidanlarımızı zanaatkar yapmanın pek çok usulünden bir
tanesi, bana göre, zorunlu eğitimin son evresinde bu gençleri,
çeşitli meslek okullarında yatılı olarak okutmak, daha sonra da iki
ya da üç yıllık meslek yüksek okullarında, gene yatılı olarak veya
burs vererek eğitim görmelerini sağlamaktır. Böylece her bir
gencimiz, maharetli birer zanaatkar olarak, belirli bir mesleğin
erbabı olacaktır.
İdeolojik devlet gibi, hemen itiraz ve eleştiriler gelecektir.
Ama bu tarz eleştiri, itiraz ve hatta kasıtlı direnişlere boyun
eğilmemelidir. Türkiye’nin ara elemana ziyadesiyle ihtiyacı vardır.
İŞKUR gibi kurumlarla devlet, bu gençlerimizin istihdamına yönelik
de muhakkak önlemler almalıdır.
3. Bölgemizde, Avrupa birliğine kısmen benzeyen bir birliktelik
oluşturulmalı ve commonwealth gibi bir isimle tedavüle
sürülmelidir. Bu birlik veya topluluk ya da koalisyonda, dominant
veya lokomotif ülke gibi bir pozisyon olmamalıdır. Bölgede böyle
bir oluşuma önderlik edebilecek üç ülke, bir araya gelmesi imkansız
gibi görünen; Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’dır. AB’nin aksine,
oluşturulması gereken birlik, dini ya da etnik asabiyeden
kesinlikle arındırılmalıdır. Ortadoğu ve orta Asya’daki bazı
ülkelerin yanı sıra, uzun yıllardır hep kaybettirilenler arasına
itilmiş Ukrayna, Makedonya, Kosava, Bosna Hersek gibi ülkeler de bu
bölgesel koalisyona dahil edilmeli ve hatta AB’den kopartılarak,
Yunanistan’ın da bu birlik içinde yer alması bir biçimde
sağlanmalıdır. İsrail ise benim kanaatime göre bu koalisyonun
içinde muhakkak bulunmalıdır. Birlik-ortaklık-koalisyon; hem ayrı
ayrı bağımsız, iç hukuka sahip ve bağlantısız devletlerden bir
araya gelmeli hem de birlik-ortaklık-koalisyon parlamentosu çatısı
altında yasama, yürütme ve yargı erklerinden oluşan bir üst devlete
sahip olmalıdır.
Çok radikal bir çıkış gibi görünmekle birlikte, kanaatime
göre, bunun dillendirilmesi bile, pek çok gizli ve şirret işler
tezgahlayan, bölgeye ilişkin oyun kurucu ülke konumundaki
devletleri ciddi biçimde kaygılandıracaktır. Gerçekleşmesi
durumunda ise bölge, birkaç asırdan sonra ilk defa, gerçekten
de, “self determination” şansına kavuşacaktır.