Çözüm süreci adı verilen politikalara ilişkin bu güne kadar
yazmadım. Yanlış anlaşılmasın. Birilerinin benim yazımı beklediğine
dair narsist saplantılarımdan dolayı değil.
Bu süreci doğru anlamak açısından, gereksiz bir takım şeyler
söylemek istemedim. Kaldı ki her önüne gelenin laf ettiği
bir konuda, efrad-ı cami ağyar-ı mani bir metin üretmek de yürek
ister.
Ayrıca bu tarz politikaların evveliyatından bugününe ve yarınına
ilişkin toparlayıcı bir yazı ortaya
koymak için daha teknik bir alana ihtiyaç var. Ama böylesine uzun
ve sıkıcı, bir o kadar da didaktik metinleri tüketmeye hiçbirimizin
tahammülü yok. Zira hayat o kadar hızlı akıyor ve biz o denli
enformasyon sağanağına maruz kalıyoruz ki, soluk almaya vakit
bulamıyoruz.
“Süreç” dediğimiz bir dizi politikanın
Cumhuriyetin iki temel ilkesi ile ilintisi vardır: I. Hakimiyet-i
Milliye. II. Misak-ı Milli.
İkinci Dünya Savaşına kadar, ikinci ilkenin bizim işimize yaradığı
düşünüldü. Birinci ilkenin ise zaten hiçbir rasyonalitesi olmadı.
Ne tutarlılığı vardı ne de olgusal tekabüliyeti.
Sağından da baksak, solundan da;
hakimiyet-i milliye, son tahlilde, milli burjuva inşa etme
mefkuresini dile getirmektedir. Ne var ki, Avrupa’da
ticari kapitalizmi var eden sosyal güç benzeri bir oluşum,
Türkiye’de mevcut değildi. Bu ülküyü taşıyacak transmisyon
kayışı işlevi ile yükümlü bir sınıf ortada yoktu. Taa ki
Özal’ın “orta direk” söylemine kadar.
“Dokuz Işık” ya da “Milliyetçi
Türkiye’de tahayyül edilen, çok ortaklı
korporasyonlar, 80’li yıllarda kendini gösteriyordu ama
onların siyasi rotası, “Milli Nizam”, “Milli Selamet”,
“Refah” gibi siyasal kadrolar tarafından takdir
ediliyordu. Nihayetinde AK Parti, “Anadolu’nun
Aslanları” için bizzat güzergah oldu ve yüz yıllık
rüya gerçekleşmeye başladı, küçük ama sinir bozucu bir
ayrıntı ile birlikte. Proje, proje ile uzaktan yakından
ilgisi olmayanlarla işliyordu ve kesinlikle kontrol
dışıydı. Hatta bu zuhurat itlaf edilmesi gereken
bir arızaydı.
Şimdi, tam da bu “zuhurat”; yani konjonktüre
bağlı bu mevcudiyet; yüce aklın tasavvurlarına tabi
olmadığı ve konjonktür eksenli olduğu için, Türkiye’nin ulus devlet
ideolojisinin tosladığı harabeyi bizim gözümüze sokuyor.
Kendisinin el yordamı ile gördüğü, yeni bir siyasal anlayış, yapı
ve kurumsallaşmaya bizi mahkum ve mecbur bırakan küreselleşme
gerçeğini bize göstermeye çalışıyor.
Bence, Misak-ı Milli’nin öyküsü daha dramatik.
Metaforumuz hazır: Yazlık ya da bağ veya yayla evi sık sık
ziyaret edip onarılmaz ise, dökülür ve harabeye döner. Kurdun,
kuşun, böceğin, yabani bitkilerin istilasına uğrar. Hatta yersiz
yurtsuz birileri oraya yerleşebilir ve kolay kolay evden
çıkarılamaz. Daha da kötüsü eşkıyanın işgaline maruz kalırsa, ev
senin evin olmaktan çıkar.
Misak-ı Milli ideolojisinin Türkiye’yi bu hale getirdiğini 2000’li
yılların başında fark edebildik ve atı alan Üsküdar’ı geçmişti.
Geçmişti çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndaki sınırlar ve
taksimat çoktan yenilenmiş, oyun kurucular, oyuncular için
kuralları çoktan belirlemişti.
Merak etmeyin. Çok geç kalmadık. Çünkü bizim rolümüz hep saklı
kalmak zorunda. Ayrıca oyunu doğaçlama oynama ayrıcalığımız var. Bu
bize senaryoyu çarpıtma imkanı sunuyor. Yönetmenlerin sinirlerini
bozuyoruz ama çok da umurumuzda değil. Çok rahatsız oluyorlarsa,
taslarını taraklarını toplayıp çekip gidebilirler.
Lakin o zaman da bütün işler bize kalıyor.
Petrol stratejik hammadde olmaktan çıktı, çıkacak. Dolayısıyla
petrol üzerine yapılan hesaplar değişti. Bölgenin başka bir önemi
de yok. Fakat gene de sancısız taşınma ve toparlanma için en az on
yıla ihtiyaç var.
İsrail bölgedeki en önemli oyun kurucu.
Kendi güvenliğini tehdit etme ihtimali bulunan siyasi bir
organizasyonun oluşmasına asla izin vermek istemiyor.
Küresel düzeyde gizli bir güç. Ancak özellikle mali
alandaki etkinliğini yitirdikçe, silah ve şiddete sarılıyor ve bu
da onun meşruiyetini tartışılır kılıyor. Meşruiyetinin
tartışılması, ona yönelik güven bunalımlarını güçlendirip
keskinleştiriyor. Daha da önemlisi İsrail’in bölge
insanları ile hiçbir ortak paydası yok. Zorlasanız, etnik bağlar
kurulabilir ama bu tarz ırkçılığa da bugün kimsenin tahammülü
yok.
Bu şartlarda en uygun oyuncu Türkiye. Ne var ki, Avrupa’da,
“Türk” tabiri ile ilgili akıl sır ermez
bir fobi var. Hatta Müslüman demek Türk demek ve
tüm Müslüman alemi Türklerden ibaret. Batı kamuoyunun,
daha doğrusu ortalama Batılının algısı böyle. Sonuç: Türkiye’ye
hiçbir şey emanet edilemez, asla ve asla Türklere güven olmaz.
Çözüm de şu: Türkiye’nin sınırlarını, ileri karakol
işlevleri görecek “kanton”larla kuşatmak. Güneyini,
doğusunu (sözgelimi Ermenistan), kuzeyini ve hatta
balkanları.
Türkiye bunu engellemenin bir yolunun olmadığını biliyor ve artık
itiraz etmeyi bıraktı.
Neden olmasın ki; olabilir ama olabilirliğinin,
kendisi açısından koşulu, siyasal anlayış, yapı ve kurumlarını
değiştirmek. Bu takdirde, yani, çok etkili merkezi
siyasal işlevlerle; etrafındaki “kanton”ları siyaseten denetim
altında tutmanın, onları birtakım amaçlara göre set etmenin,
yönlendirmenin ve gerektiğinde teksif etmenin imkanları
yaratılabilir.
Bunları anladıkça, Sayın Cumhurbaşkanımız ile Sayın Hükümet
Sözcümüz arasındaki diyaloğu anlamlandırabiliriz. Aslında bana göre
hiçbir tenakuz yok. Polemik malzemesi de yok.
Ancak, Sayın Demirtaş’ın neden Diyarbakır’da olmadığını ve neden
alternatif Nevruz düzenleme cesareti gösterdiğini dikkatle anlamaya
ihtiyacımız var.
En ilginç alternatif örnek AB’dir. Büyüklü küçüklü AB’yi oluşturan
tüm ülkeler arasında bağımsızlık diye bir ilişki yoktur. Bütün
dengeler bağımlılıklar üzerine kuruludur. Bu yüzden örneğin, Güney
Kıbrıs ile dünya ekonomi devi Almanya ya da İngiltere, Fransa
arasında bağımsızlık değil, bağımlılık ilişkisi vardır. Türkiye de
bunu veri olarak almaya mecburdur.
Belki de, bazı siyasetçilerin kimin sözcülüğünü yaptığına ve
gerçekte hangi emir komuta zincirinin halkası olduğuna dair
kamuoyunun artık bilgilendirilmeye ihtiyacı vardır, alternatiften
mahrum bırakılmaması için.