Kadıköy’de başarılı bir gazeteci, “kartopu” yüzünden
kalbinden bıçaklandı. İzmir’de, üniversitede çıkan bir kavgada,
ülkücü genç bir öğrencinin damarı kesilerek öldürüldü. Antalya’da
genç bir kız, otomobille sürüklenerek katledildi. Kadın market
sahibini hırsız, defalarca bıçaklayıp kaçtı.
Haberleri dinlemekten ve okumaktan korkuyorum. Sapan, ekmek
bıçağı, hatta otomobil birer cinayet aygıtı olarak kullanılıyorsa,
“topyekün cinnet mi geçiriyoruz” diye düşünmemek elde
değil.
Benim anlayamadığım, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde,
kadın milletvekillerinin “bodyguard” olarak kullanılması.
Erkek tetikçiyi anlayabiliyoruz da, doğaları şefkat ve
rahmet yüklü; nezaket, letafet ve zerafet timsalı kadınlarımızın
tetikçilik yapmasını anlamak gerçekten de çok zor. Aklıma
“Nikita” filmi geliyor. “Alt tarafı bir sinema filmi” deyip
geçmeyin, polise atılan o meşhur “tokat”
hafızalarımızdan bir türlü silinmiyor. Kadınlarımız bu denli
şiddete maruz kalıyor iken, bir de, onların şiddete yönelmesi nasıl
izah edilebilir? Türk töresindeki “kadına el
kalkmaz” ilkesine hazin veda, her
bakımdan yüreğimizi burkuyor.
Kadın Cinsel Kimliğini, Bilimsel Bir Gözle
Görmek:
Öncelikle bir ismi zikretmek zorundayım: Claude – Levi Strauss.
20.yyılın sosyal antropoloji ve etnoloji alanlarındaki en önemli
yapısalcı bilim insanlarından birisidir. Yaban
Düşünce isimli eseri ile olağan bilim algısını ters yüz
etmiştir.
İlkel toplumlara ilişkin en önemli incelemelerinden birisi,
kabileler arasındaki kadın değiş tokuşu ile ilgilidir. Bazı
kabilelerde klan içi birlikteliklerin yasaklanmasının, Strauss’a
göre, bir mantığı vardır. Kadın, kabilelerarası akrabalıkların
aracısıdır. Bu yolla kabileler arasındaki husumetler
ortadan kalkmakta, akrabalıklar oluşturulmakta, kabileler
güçlenmekte ve diğer rakiplerine göre daha caydırıcı hale
gelmektedir.
Kadın teninin bu bağlamdaki diğer çok daha önemli getirisi
ticarettir. Tensel nitelikleri, cinsel çekiciliği,
doğurganlık potansiyeli ve bekaretine göre, kadın; belirli
bir maddi değer taşımaktadır. Bu özellikleri sayesinde, kabileler
arasında değiş tokuşa konu olmaktadır ve bazı tabuların
kaynağı da bu ‘değiş tokuş’tur. Endüstriel emtia olarak tasavvur
edilen kadın, bu nitelikleriyle, maddi bir değer taşımaktadır.
Bazan “ağırlığınca altın” etmekte, bazan mütevazi bir “başlık”
parasına satılmakta, bazan da kadına “iki bağ pırasa” parası takdir
edilmektedir.
Kadının bu anlamdaki temellük değeri, günümüzün özel mülkiyet
konseptini anlamak açısından önemlidir. Kadın teni üzerinde
deneyimlenen “temellük değeri”, bilindiği gibi, kapital ile ikame
edilerek ticari kapitalizmle birlikte, bugün, başlıca yaşam
standardımız haline gelmiştir. O gün bugündür, herbirimiz bir
diğerimizi, “temellük değeri”ne göre alır, satarız.
Aşık Olmak Erkeğin Hakkı, Kadının Utancı;
Kısa bir süre görev yaptığım yurtdışındaki bir üniversitede,
duygusal davranışlara ilişkin bir çalışma yapmıştık. Bizi bu
çalışmaya bir tecavüz olayı zorlamıştı. Türkiye’den okumaya gelen
bir öğrencimiz, şiddete yönelmekle suçlanmıştı. Kız arkadaşı,
tecavüze maruz kalmıştı. Genç öğrenci, bunun intikamını almak
istiyordu. Olay çok çirkindi ama onu bilimsel bir inceleme konusu
yapan, başına gelen iğrenç olayı kızın algılama biçimiydi:
“Ben arkadaşıma söyledim. Abartmaması için yalvardım.
Dedim ki ona, ‘o geceden sonra ben sabaha kadar banyo yaptım.
Defalarca yıkandım.”
Böylesine çirkin bir olayın, kızın zihninde bu tarz
meşrulaştırılması, bilimsel açıdan olayı, çok önemli bir “case”
haline getiriyordu. Bu vesileyle öğrencilerin duygusal
yakınlaşmaları üzerine araştırmalar yaptık. Bazı kız öğrenciler
aşkın ne olduğunu bilmiyordu. Bir erkeği sevmenin nasıl olduğunu
hiç deneyimlememişlerdi. Böyle düşünen kadınlar erkeği bir
av gibi algılıyorlardı. Erkeği etkilemek için
kadınlıklarını kullanmak yeterliydi. Bu yolla hemen her erkeği
kendilerine aşık etmenin mümkün olduğuna inanıyorlardı.
Cinsel kimlikleri erkeğin ilgisini çekiyor, onları
etkiliyor ve erkeği kendisine tabi kılıyordu. Evlilik bu
ilişki biçiminden ibaretti. Cinsel kimlikler, asıl evlendikten
sonra işe yarıyordu. Kadınlık, doğurganlıkla birlikte sadece bundan
ibaretti.
Kadının aşık olması, bir erkeği sevmesi, özellikle de
sevdiğini belli etmesi utanç vericiydi. Zira kadın,
evlenmeden önce ve evlendikten sonra, ne denli profesyonel “geyşa”
rolü ifa edebilirse, o denli erkeğini avucunda tutma şansı
yakalıyordu. Nitekim tensel nitelikleri ve özellikle
doğurganlıklarını kaybettiklerinde, bir tür “atık” muamelesine
maruz kalıyorlardı.
Bu görünümün en anlaşılmaz yanı, bu denli berbat bir
rızanın nasıl yaratılmış olduğu ile ilgiliydi.
Kadın cinsel kimliğine yapıştırılan bu tarz davranış
kalıpları, erkek kimliğimden utanç duyduğum iğrenç bir rıza yaratma
biçiminin sonucuydu. Görev yaptığım Yurtdışındaki Üniversite’nin
bulunduğu yörenin, özellikle kırsal kesimlerinde insanlar, geniş
aileler olarak bir arada yaşıyorlardı. Çadır gibi, çok geniş tek
bir mekandan ibaret evlerinin içinde, ne banyo ne tuvalet ne de
duvarlarla birbirinden ayrılmış odalar vardı. Tuvalet ihtiyacı ev
dışında gideriliyordu ama banyo ihtiyacı, evin içinde; bir köşede,
leğen üzerinde ve göz önünde karşılanıyordu. Amca, dayı, teyze,
hala, yeğen, kuzen, nine, dede aşiret gibi oldukça kalabalık
sürdürülen gündelik hayatta, yalnız kalmak mümkün değildi. Kadınlar
mutlaka bir işte çalışıyordu ama daha az sayıdaki erkekler evde
kalıyor ve sürekli alkol tüketiyorlardı.
Sosyal Kontrol Mekanizmaları Çözülürse;
Sosyal kontrol mekanizmalarının etkisinin çözülmeye yüz tuttuğu
bazı ailelerde, evin bir köşesinde tek başına banyo yapmak zorunda
kalan kız çocukları, yakın akrabaların tecavüzlerine maruz
kalıyordu. Ama bu iğrenç durum bir facia gibi
algılanmıyordu. Aile üyeleri haberdar olsa bile,
dilsiz şeytan gibi davranıyordu. Kadın da bunun
farkındaydı ve zamanla bunu “travma” olarak
algılamamayı öğreniyordu. O andan itibaren, en yakın
çevresi en başta olmak üzere, başkaları nezdinde ilgi,
ihtimam ve sevgi görmenin yegane yolunun “TEN’i olduğunu bir
biçimde içselleştiriyordu. Çünkü çevresindeki erkekler ne
zaman onun “TEN”ine ihtiyaç duysalar, ona iyi davranıyorlardı. O da
zaman içinde, kendisine iyi davranılmasını sağlamak, erkeklerin
ilgisini çekmek, sevgisini kazanmak ve en önemlisi de erkeğe her
istediğini yaptırmak için TEN”inin bir ENSTRÜMAN hatta bir SİLAH
gibi işe yaradığını deneyimlemiş oluyordu. En sonunda da bunu,
KADINA ÖZGÜ BİR YAŞAM TARZI olarak kabulleniyordu.
Sevmek, aşık olmak, bir erkekten etkilenmek, kadın için
asla hoş olmayan ve hoşgörülmeyen bir duyguydu. Genç
kızlığa doğru adım attıkça, gelişip serpilip, güzelleştikçe ve
yetişkin bir kadınlığa doğru ilerledikçe; erkek tarafından ilgi
görmek, erkeği etkilemek ve hatta onu teslim almak, tutsak almak,
kadın cinsel kimliğinin performansı haline geliyordu.
Bloch ve Duby’nin Kemiklerini Sızlattık
Duby ve Bloch günümüzün en fazla ciddiye alınan sosyal
tarihçilerinden birisidir. Annales Okulu mensubu bu sosyal
tarihçiler bilindiği gibi, gündelik hayatın sosyal tarihini
yapmakta ve olağanüstü verilerle bizi başbaşa bırakmaktadır.
Braudel, Macfarlane, Febve, Pirenne ve Sombart gibi diğer bazı
sosyal tarihçilerin analizlerine göre, Ortaçağ’da, Katolik
Ahlak tarafından kadına “şeytani” bir imaj yüklenmiş, bu imaj,
kadına yönelik her türlü işkenceyi meşrulaştırmıştır.
Bizim gözlemlerimiz, Katolik Ahlak’a benzer bir alışkanlık
biçiminin son derece dejenere bir türevini, önümüze getirip
koymuştu.
Kadın TEN’inin istismarına Yönelik Gerçekten de Çağ
Atladık
Anlaşıldığı kadarıyla, kadın, endüstriel emtia haline
getirilerek ticaret deneyimlenmişti. Kapitalist
piyasalarda işlem gören menkul bir değer haline kadını getirebilmek
için, çok önemli bir başka şey daha yapmak gerekiyordu.
Ortega’nın muhteşem betimlemesi ile kadını,
“DEHUMANIZATION” kazanında kaynatmak ve onu yeniden imal etmek,
piyasalarda işlem görecek bir MAMULAT haline
getirmek.
Bu amaçla, KADIN TENİ, kadını, insan olma
vasıflarındıran arındıran bir araç olarak
kullanılmaktadır. Nasıl ki Descartes modern insanı,
“extensa”dan kendisini arındırıp “cogito”dan
ibaret bir birey olarak tasavvur etmiştir. Kadın aksine,
“cogito” olma vasfından tümüyle arındırılarak, bir çuval et gibi
bir “extensa”ya dönüştürülüp “dehumanize” edilmektedir.
Kadınlar hepimiz kadar etten, kemikten, bedenden ibarettir ama pek
çoğumuzdan daha fazla müşfik, rahim, latif ve naziktir. Ama
zihnimize, TEN’den ve TEMELLÜKTEN ibaret bir görüntü olarak
yerleştirilmiştir.
Demek ki, evlilik programlarına katılan adayların; “evin,
araban, katın, yatın, var mı?” diye sorması, “senin için
özel uçağıma atlayıp geldim” demesi, “kur yapacaksanız tost
paranıza güvenmeyin” nasihati ve buna benzer kadına maddi
değer biçme’lerin kadını aşağılamaktan başka bir sonucu
yoktur. Sorun şu ki, başlık parası, takı, mehir, yüz
görümlüğü gibi kadına biçtiğimiz maddi değerleri ret ettikten
sonra, kadını son derece çirkin bir biçimde, endüstriel emtiaya
dönüştürmüş olmamız. Kadını; mimar, mühendis,
doktor, astronot, yönetici, siyasetçi ve hatta bilim insanı olarak
hayal etmekte zorlanıyoruz. Kalemimiz gayri ihtiyari “bilim adamı”
diye yazıyor, düzeltmeyi unuttuğumuzda. Uçağa bindiğimizde,
çayımızı, kadın hostes getirsin diye umut ediyoruz. Eve gelen
gündelikçi erkek olsa bile, soranlara, “evde gündelikçi kadın
var” diye cevap veriyoruz, farkında olmadan. Kadın garson
çalışıyorsa, “o kafe daha kalitelidir, müşterisi zarif ve kibar
erkeklerdir” diye düşünüyoruz.
Kadını pahalı hediyelerle etkilemeye çalışan erkek ve erkeğinden
pahalı hediyeler bekleyen kadın, ilkel bir mirası sürdürmeye
çalışmaktadır. Erkeğinin kendisine verdiği değeri; kendisine
sağlanan refah ve tüketim imkanlarıyla ölçen kadınsı bakış açısı
hızla değişmelidir. Ailesi için sunduğu nimetleri evin kadınını
tahakküm altında tutmak amacıyla kullanan erkeksi alışkanlıkları
da, şu veya bu gerekçeyle tazeleyip durmaktan derhal vaz
geçilmeliyiz. Bunlar bizim şuuraltımızdaki küflü tortular.
Kadın ya da erkek, birbirimize kendimizi hatırlatmanın
yolu, elbette pahalı hediyeler değildir. Kadın veya erkek, herkes,
kadın imgesine yapışıp kalmış, endüstriel emtia etiketini
kafasından söküp atmalıdır.
Kadın ya da erkek, cinsel kimlik ne olursa olsun; kadını bu denli
aşağılarsak, küçültürsek, küçümsersek; onu elimizdeki yüzük veya
pahalı telefonun değerine indirgersek; kadın imgesi
şuuraltımızda bu denli zul ve zelil hale getirilirse, kadına
yönelik iğrenç cinayetleri gördüğümüzde, vicdanımızın sesini nasıl
duyacağız?
Velhasıl, şuuraltımızı ele geçirmiş bu habis imgelerden
kendimizi kurtaramaz isek, şayet, açıkça itiraf ediyorum;
kadına yönelik şiddetin işbirlikçileri ve kadın
cinayetlerinin azmettiricisi olarak lütfen aynaya
bakalım.