BIST 9.916
DOLAR 32,44
EURO 34,74
ALTIN 2.438,67

İkinci Sınıf Bir Ülke Olmaktansa!

Neden sonra küresel güçler ve içimizdeki liberal küreselciler bileşkesiyle Cumhuriyet denilen bir döneme girdik.

Bu zamana kadar hangi platformda bir yazı yazıyorsam ya da düşüncelerimi dile getiriyorsam öncelikle hep kendimi merkeze oturtarak duygularımı dökmeye çalıştım.

Bu yazımda da gene çuvaldızı kendime batırmak maksadıyla sizleri iğnelerle baş başa bırakıyorum.

İki yüz yıl öncesine kadar bütün coğrafyanın iyi niyet timsali, onur ve merhametin sahibi, eli açıklık ile cömertliğin ana durağı olan bir toplumun bireyleriydik.

Korkuların dahi bastığı topraklarımızda korkudan sakatlandığı bir medeniyet olarak dünya uygarlıklarına yol gösteren olduk.

Neden sonra küresel güçler ve içimizdeki liberal küreselciler bileşkesiyle Cumhuriyet denilen bir döneme girdik.

Tabi Cumhuriyetin öncesi hazırlık ve zemin oluşturma sürecini de es geçmemek gerekiyor.

Ve her şey ters yüz olmaya başladı.

Milli değer ve yargılarımızı kaybettik. Eyvallah!

Lakin en önemli unsur olan özgüvenimizin ve kimliğimizin kayboluşu asıl problemimiz değil miydi?

Bu kayboluş bize çok şey kaybettirdi.

Batı, modernite, küresel ve ulus devlet çağını yaşamaya başlamışken biz onların kontrolünde kukla görevimizi yerine getirmeye çalıştık.

Ahmet Davutoğlu Hoca’nın geçmiş yıllarda yapmış olduğu bir tespiti buraya aktarmak istiyorum;

“Türk toplumunun fikrî ve siyasî önderlerinin en büyük zaafı kimlik ve medeniyet tanımlaması konusunda kendine güveni olmayan ve kararsız bir tavır sergilemeleridir. Bir elitin en önemli misyonu, mensubu bulunduğu topluma geleceğe yönelik bir stratejik ideal tanımlaması yapabilmesidir. Türk toplumunda son iki asırdır yaşayan elit-kitle ilişkisi son derece çarpık bir düzlem üzerinde gelişmiş ve parçalanmış bir toplum yapısı ortaya çıkarmıştır.”

Samuel Huntigton'un “medeniyetler haritasında yalnız kalan, gri renkli bir ülke vardır, bu ülke tabi ki Türkiye’dir” demiş olması yukarıda Davutoğlu Hoca’nın tespitlerinin karşılığıdır.

Oysa medeniyet yapıtlarını birleştirerek uygarlıkların tarih sahnesinde rol almasını sağlayan özgüveni ve merhameti ile en güçlü medeniyet Osmanlı Devletiydi.

Tarihin ruhlara fısıldadığı deruni kardeşliğin sembolü olarak coğrafyaları kucaklayan bir geçmiş tarihimiz var bizim. 

Dünya coğrafyasını birlik ve beraberlik ile tarihe taşıyan kilometre taşlarının en önemli basamakları olan bir tarihe sahip toplumuz.

Doğu ve Batıyı birleştirip uygarlık tarihinin olmazsa olmazı bir medeniyet kendisini yeniden inşa edebilecek potansiyele sahiptir.

Değişim, her an ve koşulda arzulandığında toplumsal olarak gerçekleştirilebilecek bir vakadır.

1908-1952 yılları arasında korkutulmuş ve bastırılmış bir toplumun kimlik zaafı ve kararsız tavırlarla yaşamış olması gelecek nesillere de pek tabi sıçrayacaktı.

Bastırılmış-lık duygusu, medeniyet inşa edebilecek potansiyelimizin idealize olmasını engelleyebileceği gibi stratejik kararlar almamızın da önünü tıkayacaktır.

Huntington’un bir başka söylemine bakalım; “Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, İslam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke olmak daha uygundur”.

Huntington’un her iki sözünü de farklı farklı yorumlayabiliriz.

Birincisini söylemesinin arkasından ikinci yapmaya çalıştığı tespit tarafsız olarak bakılması durumunda doğru denilebilecek seviyededir.

Lakin bir diğer yorumla bu iki söylemin karşılığı “Türkler olmasaydı dünya tarihi yazılamazdı” sözünü akla getirerek Batı medeniyeti ve uygarlıklarının korkulu rüyası olan Türkleri tamamen Batıdan uzaklaştırma düşüncesi ile de söylenmiş olarak algılanabilir.

Hangi maksat ile söylenmişse de gerçek şu ki; Türkiye batı uygarlığına kendisini izlettirip adalet, merhamet, özgüven ve kimlik sahibi olarak rol model olabileceği gibi İslam coğrafyasında merkez-lider ülke olarak dünya tarihini yeniden yazabilir.