BIST 9.891
DOLAR 32,57
EURO 34,98
ALTIN 2.459,54

2016’da müzik kurumlarımızda “yanlışlar” devam ediyor!..

1982 YÖK Kanunu içine bütün eğitim kurumları alınınca, konservatuarlar da istenmiyerek üniversitelere bağlanmak zorunda kalındı. Konservatuarların....

2016’da müzik kurumlarımızda “yanlışlar” devam ediyor!..

1982 YÖK Kanunu içine bütün eğitim kurumları alınınca, konservatuarlar da -istenmiyerek- üniversitelere bağlanmak zorunda kalındı. Konservatuarların; ayrı bir yapısının, çalışma sistemlerinin v.b. olması nedeniyle üniversite sistemi içinde alınan kurallara uymakta zorlandı. 1983’ten sonra, yanlış/eksik verilen ünvanlar kurumları birbirine kattı. Rektörlerin; bilip-bilmeden/sormadan müdahaleleri yapılara tuz biber ekti…

“Konservatuar müdürleri –makam merakından- rektörlere karşı duramadı, “müziğin özelliklerini” anlatamadı…Konservatuar etkinliklerine rektör dışında (eşsiz) kimse gelmedi. Rektör yardımcıları, danışmanlar, dekanlar, onların; eşleri, komşuları, akrabaları hiç görünmediler.

Rektörlüğe aday olanlara ilk sorum: “neden aday olmadan önce hiçbir etkinliğimizde sizleri görmedik?

Sanat/müzik hakkında ne düşünüyorsunuz?” oldu. Geçmiş dönemlerde adaylara istedikleri için konservatuarın sorunları ve çözüm yolları hakkında bilgi sunmuştum, yine ssunmaktayım. Bu bilgiler kesinlikle şahıslarla ilgili olmayıp; “bina sıkıntısı, yapılanma, disiplin, paylaşım, proje, üretim ve tanıtım” olmuştur. Çünkü, ben kurumsallaşmadan yanayım…

1982 ile; konservatuarlar Uçak Müh. Fak. ile aynı yönetmeliğe uydu, rektörlerin bakışında sorunlar yaşandı, yabancı dil zorunluğu “yeteneği” ezdi/aştı, 400 ve üzeri puan alan öğrenci ile ilk sınavdan 130 alan öğrenci “yabancı dilde” bir tutuldu. YÖK’te sanat kurumlarını temsilen bir kişi görev almadı/atanmadı. Hep, başka branştaki Prof. lar karar verdi, elbette olmadı…Bugün gelinen noktada unvan alan arkadaşların da olumsuz tutumları ile- “yabancı dil geldi, sanat gitti”ye gelindi.

Günümüzde; “38 konservatuar var demek”, olumluluğu değil, olumsuzluğu gösteriyor. Çünkü, çoğunda kadro yok ve olanlarda çok genç yaşta -ünvanları var diye- yönetimlere getiriliyorlar. Bu hem kendileri için, hem kurumları için handikap… İdareciliğin okulu yok ve uygulama alanında çalışan sanatçılar için idari görevler gelişmeyi/çalışmayı durduruyor. Dr. sonrası ise yükselme yok, -maaş artışı dışında, bana göre hiçbir özelliği olmayan, ara kadro- Y.Doç. olanlar çığ gibi…Bir kişinin, “birkaç konservatuarda ders vermesi” ya da bir kişinin “kurumunda birkaç derse girmesi v.b.” olağan hale gelmiş durumda.. Örnek olarak, bir Prof.un alan olarak belirttiği konular durumu net ortaya koyuyor;

“Kanun ve Çeng İcracılığı, Pedagojisi, Tarihsel Müzikoloji, Etnomüzikoloji, Organoloji, Müzik ve Kimlik,

Müzik ve Toplumsal Cinsiyet, Osmanlı-Türk Müziği, Türkiyede Müzik Kültürleri, Akdeniz Müzik

Kültürleri, Dünya Müzik Kültürleri” Maşallah yok yok!...Yaz yazabilirsen, kandır kandırabilirsen!..

Kontrol yok!..Dünya müziği uzmanı olunmuş! ama, bu konularda eserleri yok? Hele icracılık!!!! Birçok kişinin alanlarına bakın, komiklikler görülecektir. Mesele; kendilerine yeni dersler açmak… Benim alanım; THM Solfej ve Folklor (Halkbilim) dir.İletişim Dr. olmama rağmen ders vermediğim için yazmamaktayım. Onun için sürekli diyorum ya; “başkalarını kandırmaya çalışmak”, “kendini olduğundan büyük göstermek, gülünç duruma düşmek” doğru değildir. Özellikle kurum içinde her kes birbirini biliyor!…Ve, unutmayalım; “etik olmak” akademisyenliğin gereğidir.

Devlet geçtiğimiz yıllarda; unvan verdi, bina verdi, salon verdi, kaynak verdi, dış ülkelere gidilmesi için fonlardan destek verdi…

Eeeee, ne oldu, sonuç ne? Üretim nerde? Seyirciler mi arttı, insanlar çalgılarını, müziği öğrenmek için akın akın konserlere/konservatuarlara mı gitti?!.. Yoksa, topluluk üyeleri/konservatuar mensupları özel topluluklar/orkestralar kurup, ek kazanç yoluna mı girdiler?

Korolar/Konservatuarlar; neden çevre halkı ile bütünleşemedi? Çevre sanat kurumları ile paylaşıma gidemedi? İdareci ve öğretim elemanları; kendi kurumları bölümlerinin veya benzer kurumların düzenlediği konserlere/etkinliklere neden gitmediler? Rektörler (zorunlu)hariç; rektör yardımcıları, danışmanları, dekanlar, il ve ilçe protokolü yıldönümü etkinliklerine neden getirilemedi? v.b. sorular -maalesef- 2016’da da yerinde duruyor…

Asıl merak ettiğim, üniversite sisteminde, çok eleştirilen eksikler, -metodlarımız, ses sistemlerimiz, eğitim yöntemlerimiz v.b.- kesinleşecekti?.. İTÜ TMDK’da 1982-2016, aradan 34 yıl geçti. Neden Türk müziği’nde ana temellerde birleşilemedi?!...

2016’da; kitapsız, metodsuz, çalgısız ders olabilir mi? 2016’da ders notları olmadan ders yapılabilir mi? Ders kitabı/notları olmayan akademisyen olabilir mi? El-kol sallayarak derse girilebilir Derse girmeden -kul hakkı yiyerek- maaş almak, öğrencileri/velileri baskı altına almak, mobbing uygulamak hangi “etikliğe” sığıyor?.. Nerde bu başarılı idareciler, yan gelip yatıyorlar mı?!...

Bunları ben söylemiyorum, komşular söylüyor!!!

Dersler mi?!.. Çalışma mı?!.. Öğrenci mi?!.. Onlarda ne?!..

Nerde müzik tarihi/eğitim yöntemleri kitapları/metodlar? Nerde müzikologlar? Nerde yeni üretilmiş çalgılar? 11-12 Mayıs 2016’da düzenlediğimiz, ülkemizin ilk “müzik metodoloji sempozyumu”na başvuru sayısı 50. Bir hocamız; “hocam, böyle önemli bir konuda neden az başvuru var?.. Daha metodun önemini kavrayamadık mı? Bu bir fırsat” diye yazmış.

Çözüm, sürekli eğitim sistemleri ile oynamak olmamalı!...

“09.03.2016’da Sn. O.Gencebay, İTÜ TMDK’ya ilk defa bir konferans için geldi. 41. Yılda 41 kere maşallah diyelim. Yine heyecanlıydı, dağarcığı doluydu, çok şeyi kısa zamanda anlatmak/ iki saate sığdırmak istedi… Benimde çok önem verdiğim “telif hakları” konusunda da bilgi verdi. Verimli, sıcak, samimi bir söyleşi oldu. Öğrenciler bir kez daha gördüki; müzik sadece çalmak-söylemek değil…Müzik tarihini, çalgıların yapısını, repertuvarı, TSM-THM’nin özelliklerini bilmek lazım. Ayrıca; sanatçı özgür olmalı, belli sınırlar içine hapsedilmemeli. Sn. Gencebay’daki; “bitmek bilmeyen bu arayış, her bestesinde yeni oluşumlar, çalgıların kullanılışı, tarihsel gelişimi anlatan besteler, yaylılara verilen önem, hayatı/toplumu/inssanları ayırt etmeden sevmek, yerelden kaynaklı özgür bestecilik, orkestra düzeni/anlayışı” genç sanatçı adayları öğrencilerin beyninde bir ışık saçmıştır…

Sn. Gencebay; “her sözünün sonunda; bunu/bunları yapacak olan İTÜ TMDK başta olmak üzere sanat/müzik kurumlarıdır” diyerek benzer görüşleri paylaştı ve “konservatuarların eğitim/sempozyum/konferans dışında kalıcı bir çözüm yapmadıklarının” da altını çizmiş oldu.

Şimdi size, terminoloji ve dil birliği konusunda iki örnek vermek istiyorum;

İTÜ TMDK mezunu, arkadaşlarımızın görev aldığı, yeni kurulan iki konservatuar var.

Örnek 1:

“Okan Üniversitesi Konservatuvarı Müzik Bölümü’nde öğrenciye ilk iki yıl Türk Müziği (Türk Sanat Müziği / Türk Halk Müziği) ve Batı Müziği (şan / enstrüman) bilgileri eşit oranda verilecek, üçüncü sınıftan itibaren ise öğrenci edinilmiş bilgilerden yararlanarak branşını seçip öğrenimini sürdürecektir. Böylece çağdaş eğitimin gereği olan disiplinlerarası bir müzik programıyla yetişecek, kökünden kopmadan geleceğe bağlanacak ve çeşitli sentezler yapabilme imkanı bulacaktır.”

Arkadaşlar; artık “enstrüman” değil, “çalgı” kulanılıyor. YÖK tarafından kabul edileli yıllar oldu, o nedenle; “Çalgı Bölümü”, “Çalgı Eğitimi Bölümü” yazılmalıdır. “Türk sanat müziği” terimi yerine “Türk Müziği”, “Türk Halk Müziği” denilmelidir. Son yıllarda “disiplinlerarası” kelimesi o kadar çok kullanılıyor ki, geçen bir toplantıda kullanan konuşmacıya soruldu, inanın açıklayamadı. Kelime olarak güzel duruyor, havalı, ama içini doldurmak ve dikkat etmek lazım…

Örnek 2:

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Türk Mûsikîsi Bölümü.

Bölüm hakkındaki bilgi şöyle;

  “Türk Mûsikîsi Bölümü, Üniversitemizin misyon ve vizyonuna paralel olarak medeniyet odaklı bir bölüm şeklinde kurulmuştur. İçerisinde Türk Mûsikîsi ve Müzikoloji Ana Bilim Dalları yer almaktadır.

Bu yıl içerisinde akademik yapılanmamızı tamamlayarak 2015-2016 Eğitim-Öğretim yılında bölümü açmayı hedefliyoruz. Anadolu yakasında lisans eğitimi veren tek Türk Mûsikîsi Bölümü olduğumuzun bilinciyle, musıkîmizin gelecek nesillere aktarımı hususunda üzerimize düşen sorumluluğun farkındayız.”

Arkadaşlar, 2014/2016 yılında -2000’ li yıllardan sonra- kurulan bir konservatuar da hala “musıki” terimini kullanmak doğru değil.. İTÜ TMDK 1975’te kuruldu, o zamanki kurucu edebiyatçıların ve sanatkar öğretim elemanlarının dili, “Musıki” ile bütünleşmişti, ilk koro bile “Devlet Klasik Türk Musıkisi Korosu” olarak (1975) kurulmuştu. Ama, sonraki yıllarda 1kurulanlar; “Türk müziği” olarak kuruldu, dildeki bu değişim yakalanmalı diye düşünüyorum. O nedenle, artık; “Türk Mûsikîsi” değil, “Türk müziği” denmeli, hatta “Türk sanat müziği” terimi kaldırılmalı, “Türk Müziği ve Türk Halk Müziği” terimleri kullanılmalıdır. Ayrıca, bu müzikoloji merakı nerden geliyor? Bu bölümlerden mezun olanlar için devlette bir kadro dahi açılmıyor, (devlet korolarında kadro var, atanan yok!) kimse de uğraşmıyor… Fen-Edebiyat mezunlarına dönecek bu iş, uyarmayı bir görev sayıyoruz…

YÖK, Doç. Güzel Sanatlar Alanı (Tablo:4) 401 Kod’un adı “Müzik” tir, daha ne diyelim!...

Hala; müzik dili/terminolojisi gibi ana konularda bile birleşemiyor, uygulayamıyor, yanlışı eğitim yolu ile dağıtıyoruz!...

Ben, yıllardır; bir birlikteliği, aynı dili/terminolojiyi savunuyorum ki, diğer mesleklerde bizi anlasın!...

Arkadaşlar, hepimiz aynı geminin içindeyiz; birbirimize destek olmalı, yanlışlarda uyarmalı, doğrularda tebrik etmeliyiz.

Her yeni kurulan konservatuarda geri döneceksek, öğrenciler aynı sorunlarla karşılaşacaksa, gelişmeyi nasıl yakalayacağız?…

Lütfen biraz araştırıp, okuyalım…

SİYASİ PARTİLERE ALKIŞ!...

“AK Parti Grup Başkanvekili Naci Bostancı, CHP, HDP ve MHP gruplarıyla varılan mutabakat çerçevesinde, yarın TBMM Genel Kurulunda çocuk istismarı konusunda araştırma komisyonu kurulacağını bildirdi. Bostancı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bugün TBMM Genel Kurulunda çocuk istismarıyla ilgili tartışmalar yaşandığını belirterek, "Bu tartışmalar esnasında mesele, kimi zaman siyasi rekabet konusu haline de gelir gibi oldu. Esasen bunu biz istemediğimiz gibi, diğer partilerin de istemediğini biliyoruz. Çünkü, bazı hassasiyetler ortaktır ve siyasi farklılıklar ötesinde herkesin sahip çıkması gereken değerlerdir" dedi. Akşam saatlerinde, CHP, HDP ve MHP grup başkanvekilleriyle görüştüğünü ifade eden Bostancı, üç muhalefet grubuyla da çocuk istismarı konusunda verilecek ortak bir önergeyle, Parlamento çatısı altında araştırma komisyonu kurulması ve konunun incelenmesi konusunda mutabakata vardıklarını söyledi.” (Basından/24.03.2016)

KAFASI BULANIK BİR PROF.!..

"Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar, o beyannamenin ben neresinden tutayım. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye'yi. Türkiye'nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık." (Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.

Dr. Bülent Arı/KRT/Çağlar Cilara/21.03.2016)

Bu nasıl ifade, bu nasıl Prof. anlayamadık! Son zamanlarda akademisyenlik alarma vermeye başladı. Üstelik üst bir görevde? Kendinisini akademik sistemde nereye koyuyor acaba? Bu görüşleri nedeniyle mi üst göreve atandı yoksa? Bu görüşleri paylaşan kişiler üniversite(ler)de çok mu? Bu görüşlerini okuyan ve o üniversitede okuyan gençler ne düşünürler? Eğitime inanmayan bir kişiden üniversiteye yarar olur mu? Prof. olduğuna göre, bu fikirleri ile yükselmiştir, paylaşmıştır, konferanslar vermiştir.Sanıyoruz; “ortamı müsait” görmüş, “zamanı geldi” demiş, bir yerlere “mesaj” vermiş, daha “üst görev” için “öne çıkmak” istemiştir.

15 yıldır, “Finlandiya eğitimine geçilsin” diyoruz, MEB sürekli okuma oranı artsın diye projeler hazırlıyor, AK Parti; üniversiteleri artırıyor, en büyük ödemeleri eğitime/okullaşmaya/atamalara ayırıyor, kadınların eğitimi için çaba gösteriyor v.b.” Bir akademisyen olarak; zihninizin bulanık olmasına üzüldük…(Arı, tepkiler üzerine görevinden istifa etti. Dün akşam Habetürk’te, Karşıt Görüş’teydi. “Tapeler” dedi, “feraset”, “öyle demedim” dedi durdu, soruları cevaplandırırken örnekleri yanlış verdi, ne dediğini yine anlatamadı, günlük yaşamda gördükleriyle toplum hakkında karar verdiğini söyledi, bilimsel bir arştırmaya dayanmadığını söyledi, ama bir türlü geri adım atmadı, özür dilemedi. Yani gerçekten “kafası bulanık” izlenimi verdi… Oysa!...)

GÜLTEN DAYIOĞLU’DAN 80. YAŞTA 80. KITAP…

“Ben ilkokulda öğretmenimin yardımıyla kütüphaneleri keşfettim. Yoksa bizim eve gazete bile girmiyordu. Kitap deryasına o yaşlarda dalınca kitap obezi olup çıktım. Hâlâ da kitaba doyamayan aç bir kurt gibiyim. Zaten, okumazsam yazamacağıma inanıyorum. Bu arada Çocuk Haftası Çocuk Gözü, Çocuk Sesi gibi dergilerde Kemalettin Tuğcu’nun kalemiyle tanıştım. Ve çok sevdim. Çünkü kendisi bizim gibi toplumda yüz akıyla yaşam savaşı veren insanları anlatıyordu. Yıkılmış yuvalar, üvey anne kavramı, kıtı kıtına geçinmek, yabancısı olmadığım konulardı. Demek ki bu çileleri çeken sadece ben değilmişim, görüşüyle mutlu oluyordum.”

“Toplum her yönden değişim, gelişim ve hatta dönüşüm yaşamakta. Ben bu değişim, gelişim ve dönüşümün gerisinde kalırsam dünün yazarı olmayı kabullenmem gerekecek. Öyle bir duruma düşeceksem yazmamayı yeğlerim. Oysa yazmak benim yaşam biçimim. Ben de soluk alabilmek için sürekli olarak kendimi ve kalemimi yeniliyorum.”

“Üretkenliğimin birinci nedeni yaptığım işi çok sevmemden kaynaklanıyor. Yazdıklarımla, çocuk ve gençleri, yaşam sevinci, yaşam bilinci, umut, sevme sevilme coşkusu vb. konularda tetiklemeye çalışıyorum. İnsanı insan kılan evrensel ilkelere dikkatlerini çekiyorum. Bunu yaparken didaktik olamamaya, kendi doğrularımı onlara dayatmama ya özen gösteriyorum.

“Her yaştan okuruma görkemli Türk dilini tadıyla tuzuyla tanıtıyorum. Onları güldürüyorum, yerine göre hüzünlü esintilerle yüreklerini ısıtıyorum. Ve de o yürekleri yumuşatıyorum.

Meraklandırıyorum. Düşündürüyorum. Sorgulama dürtüsü edinmelerine gayret ediyorum. Yaşam sorunlarını sergileyip çözüm bulma alıştırmaları yapıyoruz bazen. Bazen de kötülükler, haksızlıklar karşısında birlikte öfkeleniliyoruz. Kısacası, kitaplarımla okurlarımın gelişim çabalarına ve sağlam kimlik edinmelerine, katkı sağladığıma inanıyorum. Bu inançla düzenli olarak yazıyorum.”

(Radikal/Burcu Aktaş/18.03.2016)

BAKAN YARDIMCILARI ZORDAYMIŞ!...

Gizem Karakış (Hürriyet) imzalı habere göre görevdeki Bakan Yardımcıları icra ve imza yetkilerinin sınırlı olmasından şikâyetçi imişler. Başbakan’dan randevu istemişler, cevap gelmeyince Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan randevu almışlar, topluca Beştepe’ye gidip dertlerini anlatmışlar.

Toplantı 4 saat sürmüş. Hepsi konuşamamış, o yüzden yeniden görüşeceklermiş. Anlaşılan başka konular da görüşülüyor.Bakan Yardımcılığı diye bir makam ve unvan,. 2011 yılında bir kanun hükmünde kararname ile girdi. Kendilerine birer makam odası ile emirlerine birer sekreter ve makam arabası tahsis edildi... “Verdikleri hizmet” karşılığında da 10 bin lira dolayında maaş bağlandı, bir de ballı emekli MV aylığı var, oh ne ala memleket…

Sonra da “asgari ücret kaç lira olsun, emekliye kaç lira zam yapalım” pazarlığı yapılıyor. Bu görevlerde Sn. Erdoğan’ın kesinlikle eski MV olmayacak demesine rağmen maalesef direnilemedi ve öyle oldu. Az sayıda seçim kazanamamış AK Parti MV adayları “teselli ikramiyesi” olarak atandı… Bu kadar imkan verilmiş yine de beğenilmiyor!...Bakan size mi danışacak Allah aşkına?!…Burası Türkiye, üstler alta danışmazlar bilmiyorlar mı?! Nerde yaşıyorlar?!...Boşuna kimseyi rahatsız etmesinler, beğenmiyorlarsa istifa etmeleri için ellerini bağlayan mı var?…Yani, ülkemiz neyle uğraşıyor, bazıları neyle!...

Ben Başbakan olsam, şikayetçi olarak giden bütün yardımcıları görevden alırdım…Bu, Sn. Erdoğan’ın ve AK Parti’nin çok sevdiği, “bir dik duruş” olur…Bakalım, ne olacak?!.

GÜNÜN SÖZÜ

“Hiçbir şeyden çok fazla korkmayın ve hiçbir şeye çok fazla öfke duymayın ve hiçbir şeyi ihtirasla istemeyin.. İhtirasla istediğiniz her şey imtihanınız olur. Aşk ve öfke aklınızı zail eder. Bu durumda bazen kaçtığınızı sandığınız şeye doğru koşarsınız da farkına varmazsınız.. Aşk ve öfkeden sakının. Korku ile umut arasında yani Havf ile Reca arasında bir yerde duralım.. Esenlikte ve zor günde bu çizgimizi korumalıyız. Bazen insan dua ile belasını ister. “ (A.Dilipak)