Yaşasın Türk Emperyalizmi!..
Ey bizim Anders Behring Breivik’ler…Yeter artık be yeter!.. Bu halkı daha nereye kadar “bölünme korkusuyla yaşatacaksınız”?..
Vallahi billahi şaka falan yapmıyorum…
Bir arkadaş var medyamızda; hem etkin bir haber kanalını yönetip
bol bol ekrana çıkıyor…
Hem de etkin bir gazetede haftanın 6 günü "köşe" olup
akıyor…
Kimisi onu saçlarına sürdüğü
briyantin ya
da jöle ile
tanımlıyor...
Ve…
İşte o kardeş her yazısını ve TV programını:
“Yaşasın genleşen Emperyal Türkiye!” diye
bitiriyor…
Hem
emperyal…
Hem genleşiyor…
Siz şimdi Türkiye’nin komşusu olun da
gelin rahat edin?..
Hem emperyal (sömürgeci), hem
genleşen (işgal yoluyla toprakları
büyüyen, fetihçi) bir ülkenin komşusu olarak gelin de
“huzur” içinde yaşayın…
Gelin de vatandaşlarınızın refahından çalıp silâha
yatırmayın…
Gelin de askerlik sürelerini
uzatmayın…
Öyle ya…
Yanı başınızda emperyal ve genleşmek isteyen bir
ülke…
Bunu arzulayan ve her gün haykıran gazeteci –
televizyoncu da Başbakan’ın en yakın ve hatta yarı resmi sözcüsü,
yarı resmi danışmanı…
Küresel yatırımcı olsanız!. Shakespear'in Othello'sunu izlediniz ya da kitapçığını okudunuz mu?.. Oyunun bir yerinde Othello'nun gerdeğe girdiği gece Kraliyet Habercisi gelir kendisini Venedik Dükü'nün sarayda beklediğini söyler... Othello karısının kollarını bırakıp Saray'a gider... Ve şu emirle karşılaşır: "Cesur Othello, derhal görevlendirmek zorundayız seni, ortak düşmanımız Osmanlı'ya karşı..." Othello'nun Kuzey Afrika Müslüman'ı olduğunu hatırlatmama bilmem gerek var mı?.. Şimdiiii... Bu öykülerle büyümüş, Viyana Kapılarından dönmüş komşularımız ve fetihçi bir imparatorluğun mirasçısı bugünkü Türiye... Ve her gün "“Yaşasın genleşen Emperyal Türkiye!” diye bağıran bir Başbakan dostu gazeteci... Siz bir küresel yatırımcı olsanız ne düşünürsünüz?.. |
Arkadaş ya “genleşme”nin ne demek
olduğunu bilmiyor…
Ya da “gelişme” diyecek ama
“genleşme” diyor; kazara…
Aman kardeş; dikkat!..
Zaten küresel yatırımcı alıp parasını kaçmak için bahane
arıyor...
Sen bari adamları korkutma...
Sus Allah aşkına!..
Neden mi
"sus!.."
Anlatayım...
Genleşme; bir varlığın
(ülkel er de
varlıktır) uzayda sahip olduğu yeri
arttırmasıdır...
Yani...
Bir ülkenin genleşmesi; topraklarını komşularının
aleyhine büyütmesi olarak algılanır...
Toprak büyümesi ise fetih veya
işgal yoluyla olur...
İşgal ya da fetih
"savaş" demektir...
"Savaş" ise peşisıra
"kan" getirir...
Ve tabii ki:
Yoksulluk, yokluk, hastalık...
Dünyada bugüne kadar kan dökmeden genleşen ülke de
görülmemiştir...
Gelişme ise bir varlığın uzayda kapladığı
yeri arttırmadan değişim
yaşamasıdır...
Bu değişim dünyada kültürel
ve ekonomik zenginliğin yükseltmesi olarak tezahür
ediyor...
O halde şöyle söylemeliyim:
Türkiye'nin
"genleşmesi" düşünülemez...
Ama aynı Türkiye'nin
"gelişmesi" sadece halkımızın değil
komşularımızın da arzusudur...
Hem kalkınmış hem de kültürel ve ekonomik zenginliği olan komşudan
zarar gelmez...
Bölünelim anasını
satayım…
Haber kanallarında bizim Anders Behring
Breivik’leri dinliyorum tüylerim
ürperiyor…
Milliyetçi gazetelerimizdeki Anders
Behring Breivik’leri okuyorum,
omuriliğimden aşağı sıcak cıva dökülmüş gibi
oluyor…
Neden?..
"Bölüneceğiz" öcüsüyle korkutuyorlar
halkı da ondan...
Yürekleri "Kuşku Bulutu"yla kaplayıp
herkesi "Bölünük Kanseri" yapmak
istiyorlar...
Nasıl ve ne zaman bölüneceğimizi anlatırken de gözleri
öfke deposu…
Ağızlarından saçılan tükürükler neredeyse ekranı delip geçecek,
mermi olup bedenleri delik deşik edecek…
Yerli Anders
Behring Breivik’leri dinlerken “Rahmetli
Banker Kastelli” adıyla maruf Abidin
Cevher Özden’i hatırlıyorum…
Fırtınalı hayatını bana anlatmıştı ve ben de kitaplaştırmıştım…
“Banker Kastelli Melek mi Şeytan mı?”
“Keşke Türkiye’den ayrılmasaydım. Yanlış yere mi panik yaptım ne?..
Şimdiye kadar devletten kim kaçmış ki ben
kaçabileyim” demişti Tunus
Gümrüğünde yakalandığı günü anlatmaya başlamadan
önce...
O’na, Tunus
Havaalanına indiğinde VIP
kapısından alınacağını söylemişlerdi…
Ama…
Pasaport kuyruğuna girmişti o da herkes
gibi…
Sıra kendisine gelip de pasaportunu görevli memura uzattığında,
“Yakalanma korkusu” sinirlerini iyice
germişti…
Buz kesilmiş bakışlarıyla polisin yaptığı hareketleri kontrol
etmeye başlamıştı…
Polis önündeki bilgisayar klavyesinde bir şeyler yazdıktan az sonra
kafasını kaldırıp yüzüne dikkatlice bakmıştı…
|
“İşte o an, zaman dondu a..na k…yım”
demişti sağ eliyle ünlü bıyıklarını sıvazlayarak…
O güne kadar çok duyduğu ama hiç umursamadığı bir söz beyninin
çeperlerinde dans etmeye başlamıştı...
“İnsanı güçlü kılan iradesidir.”
Ve o söze inanmaya hatta iman etmeye karar vermişti…
Eğer tutuklamaya kalkarlarsa hiç kimseye yalvarmayacak,
rüşvet teklif etmeyecek, işi oluruna bırakacaktı…
Yakalanacaktı ama adam gibi yakalanacaktı.
Pasaport polisi Fransızca bir şeyler söylemişti...
Arkasında kendisini izleyen arkadaşına dönüp sormuştu;
“Ne diyor bu adam be?”
“Efendim, ‘10 bin Frank ver geç’ diyor.”
“Ne parası?.. Ne 10 bin Frankı kardeşim?.. O kadar paramızın
olmadığını sen de biliyorsun... Hem ne oldu?.. Hani beni VIP
salonundan alacaklardı?..”
“Tamam da efendim. Arkadaşlardan bir haber çıkmadı. Demek ki
meseleyi çözemediler. Hem bu adamlar sizde çok para var
zannediyorlar.”
Pasaport kontrol işleminin uzamış olması, diğer yolcuların
mırıldanmalarına sebep olmuştu. Zaten herkes neredeyse saatler
süren bir bekleyişteydi.
Adamların kendisine “düşünme payı”
verdiklerini anlamıştı ama o da “İnsanı güçlü kılan
iradesidir” sözüne “iman”
etmeye karar vermişti…
Ne olursa olsun kimseye boyun eğmeyecekti…
Arkadaşı tekrar sormuştu:
“Efendim ne yapacağız?.. Parayı ödeyebilecek
misiniz?..”
Ama var ya o Şeytan…
Kendisi ne kadar “İnsanı güçlü kılan
iradesidir” sözüne iman etse de işte o
Şeytan halen dürtüyordu…
“Ver şu 10 bin Frank’ı da geç git” diyordu…
“Kendisini güçlü kılan iradesi” ise
“Buraya kadar” diyordu...
Elini polisin önünde duran pasaportuna hızla atıp geri
çekmişti...
Pasaportu elindeydi artık ve bağırıyordu:
“Yetti be!.. Yetti!.. Yakalayın ulan orospu
çocukları!.. Yakalayın ulan anasını s.....im puştları!.. Vermiyorum
ulan para mara!.. Tek kuruş verirsem anamla zina edeyim ulan!..
Bitti bu iş, bitti!.. Ne olursa olsun bitti!..”
Ve…
Bulunduğu yere çöküp oturmuştu.
|
Birden, zembereği boşalmış bir saat gibi hissetmişti
kendini...
Üzerinden milyonlarca tonluk bir yük kalkmıştı adeta…
Bunları anlattıktan sonra bir kahkaha atmıştı…
“Memduh” dedi… “O an duyduğum
mutluluğu anlatabilmem mümkün değil”...
Ey bizim Anders Behring
Breivik’ler…
Yeter artık be yeter!..
Bu halkı daha nereye kadar “bölünme korkusuyla
yaşatacaksınız”?..
Yetti be…
Bölüneceksek bölünelim anasını satayım…
Herkesten borç alınmaz
Sakıp Ağa
Vitali Bey’i sarılıp öptü… |
Yavuz Semerci'nin ekonomiye bakışına
bayılıyorum...
Öylesine soğukkanlı ve sakin ki...
Tam alkışlık...
Dünkü (26.07.2011) Gazete HT’de
“Döviz oynadı diye endişe etmeyin!”
başlığı altında yayımlanan makalesi de aynı sükûnette...
Bu arada hem “pembecileri” hem de
“felâketçileri” tatlı bir biçimde
uyarıyor…
"Hele durun kardeşim, ne bu telaş!"
tadında...
Ve...
"Borç - Alacak Yönetimi"nde çok önemli
bir noktaya dikkat çekiyor Yavuz:
“Bir toplumun refaha kavuşması ile refahı
sürdürülebilir seviyede tutması arasında önemli farklar
var.”
Ve...
Sözü Yunanistan’a getiriyor...
Yunanistan'ı yöneten iktidarların
AB'den sağladıkları fonlarla gelir
seviyelerini artırdıklarını, borçlanmaktan korkmadıklarını ama
bütçe açıklan dayanılmaz noktaya çıktığında; borç verenlerin,
"bunlar borçlarını ödeyemeyecek" diyerek
borç vermeyi kestiğinde, acı gerçekle yüzleştiklerini
hatırlatıyor...
İşte burası çok önemli…
Yavuz'un cümleleri bana rahmetli
dedeciğimin (babamın babası) bir sözünü hatırlattı...
“Herkesten borç alınmaz” derdi
merhum…
Neden?..
Çünkü “alacaklı” vardır; aklı başındadır,
soğukkanlıdır, panik yapmaz; “yaşat ki
yaşa” felsefesiyle hareket eder…
Alacaklı vardır; “eyvah gitti param!.. Hemen borçlunun
her tarafını kilitleyeyim de hareket edemesin”
diyerek harekete geçer ve borçlunun kıçındaki dona bile
haciz koyar…
Sonuçta hem borçluyu batırır ama hem de kendisi parasının tamamını
tahsil edemez…
Hâsılı…
İlerleyen yıllarda dedeciğimin “üç
kelimesinin” müthiş bir "Alacak - Borç
Yönetimi Felsefesi" olduğunu anladım…
Yavuz, makalesinin bir yerinde şöyle
diyor:
“Şimdi Yunanistan, Avrupa'nın en hasta adamı olduğu
için değil, borç veren uluslararası kreditörler batmasın diye
kurtarılacak.”
Bu arada Yunanistan’ın bu
“düşük” konumundan fırsat kollayıp
“ucuza mal kapatmak” isteyenlerin
arasında bir Türk işadamının da olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Hayatın gerçeği bu. 2001 yılında biz de
buna”…
Yavuz’un yazısının tamamını okumak
isteyenlere …
Ben, işin “alacak – borç yönetimi”yle
ilgiliyim…
Bunun için yandaki kutucukta size yaşanmış bir
“öykü” anlatacağım…
Yavuz Semerci dünkü (26.07.2011) Gazete HT’de “Döviz oynadı diye
endişe etmeyin!” başlığı altında yayımlanan makalesiyle
“pembecileri” de “felâketçileri” de tatlı bir biçimde
eleştiriyor…
Önce ekonomi yönetiminde çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor:
“Bir toplumun refaha kavuşması ile refahı sürdürülebilir seviyede
tutması arasında önemli farklar var.”
Bunu açıklamak için de Yunanistan’ı örnek veriyor...
AB'den sağladıkları fonlarla gelir seviyelerini artırdıklarını,
borçlanmaktan korkmadıklarını ama bütçe açıklan dayanılmaz noktaya
çıktığında, borç verenlerin, "bunlar borçlarını ödeyemeyecek"
diyerek borç vermeyi kestiğinde, acı gerçekle yüzleştiklerini
hatırlatıyor...
İşte burası çok önemli…
Rahmetli dedeciğim (babamın babası) “herkesten borç alınmaz”
derdi…
Neden?..
Çünkü “alacaklı” vardır; aklı başındadır, soğukkanlıdır, panik
yapmaz; “yaşat ki yaşa” felsefesiyle hareket eder…
Alacaklı vardır; “eyvah gitti param!.. Hemen borçlunun her tarafını
kilitleyeyim de hareket edemesin” diyerek harekete geçer ve
borçlunun kıçındaki dona bile haciz koyar…
Sonuçta hem borçluyu batırır ama hem de kendisi parasının tamamını
tahsil edemez…
Hâsılı…
İlerleyen yıllarda “üç kelimelik” müthiş bir ekonomi yönetimi
felsefesi olduğunu anladım…
Yavuz, makalesinin bir yerinde şöyle diyor:
“Şimdi Yunanistan, Avrupa'nın en hasta adamı olduğu için değil,
borç veren uluslararası kreditörler batmasın diye
kurtarılacak.”
Bu arada Yunanistan’ın bu “düşük” konumundan fırsat kollayıp “ucuza
mal kapatmak” isteyenlerin arasında bir Türk işadamının da olduğunu
söylüyor ve ekliyor: “Hayatın gerçeği bu. 2001 yılında biz de
buna”…
Yavuz’un yazısının tamamını okumak isteyenlere tavsiye ederim…
Ben, işin “alacak – borç yönetimi”yle ilgiliyim…
Bunun için yandaki kutucukta size yaşanmış bir “öykü”
anlatacağım…
Yavuz Semerci dünkü
(26.07.2011) Gazete HT’de “Döviz oynadı diye endişe etmeyin!”
başlığı altında yayımlanan makalesiyle “pembecileri” de
“felâketçileri” de tatlı bir biçimde eleştiriyor…
Önce ekonomi yönetiminde çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor:
“Bir toplumun refaha kavuşması ile refahı sürdürülebilir seviyede
tutması arasında önemli farklar var.”
Bunu açıklamak için de Yunanistan’ı örnek veriyor...
AB'den sağladıkları fonlarla gelir seviyelerini artırdıklarını,
borçlanmaktan korkmadıklarını ama bütçe açıklan dayanılmaz noktaya
çıktığında, borç verenlerin, "bunlar borçlarını ödeyemeyecek"
diyerek borç vermeyi kestiğinde, acı gerçekle yüzleştiklerini
hatırlatıyor...
İşte burası çok önemli…
Rahmetli dedeciğim (babamın babası) “herkesten borç alınmaz”
derdi…
Neden?..
Çünkü “alacaklı” vardır; aklı başındadır, soğukkanlıdır, panik
yapmaz; “yaşat ki yaşa” felsefesiyle hareket eder…
Alacaklı vardır; “eyvah gitti param!.. Hemen borçlunun her tarafını
kilitleyeyim de hareket edemesin” diyerek harekete geçer ve
borçlunun kıçındaki dona bile haciz koyar…
Sonuçta hem borçluyu batırır ama hem de kendisi parasının tamamını
tahsil edemez…
Hâsılı…
İlerleyen yıllarda “üç kelimelik” müthiş bir ekonomi yönetimi
felsefesi olduğunu anladım…
Yavuz, makalesinin bir yerinde şöyle diyor:
“Şimdi Yunanistan, Avrupa'nın en hasta adamı olduğu için değil,
borç veren uluslararası kreditörler batmasın diye
kurtarılacak.”
Bu arada Yunanistan’ın bu “düşük” konumundan fırsat kollayıp “ucuza
mal kapatmak” isteyenlerin arasında bir Türk işadamının da olduğunu
söylüyor ve ekliyor: “Hayatın gerçeği bu. 2001 yılında biz de
buna”…
Yavuz’un yazısının tamamını okumak isteyenlere tavsiye ederim…
Ben, işin “alacak – borç yönetimi”yle ilgiliyim…
Bunun için yandaki kutucukta size yaşanmış bir “öykü”
anlatacağım…