BIST 9.525
DOLAR 32,55
EURO 34,75
ALTIN 2.493,59
HABER /  GÜNCEL

Ufuk Güldemir'i korkutan röportaj

Güldemir röportaj başladıktan bir süre sonra, söyleşiyi yarıda bıraktı ve çekti gitti.. Nedenine gelince..

Abone ol

O nedeni, Nuriye Akman köşesinde şöyle açıklıyor: Bitmeyen röportaj da çok şey öğretir Karşılaştığım olay biraz kurt–kuzu hikâyesine benziyor mu sizce? Hani derenin başında duran kurt, yemek istediği kuzuya, derenin alt kısmında bulunmasına rağmen, “Suyumu bulandırıyorsun.” demiş ya. Ben ne yapsaydım da ‘kurt’u ikna edip bu söyleşiyi tamamlayabilseydim? İletişim fakültelerinde ders olarak okutulabilecek şaşırtıcı bir deneyim yaşadım. Öğrencilerimle ilk fırsatta paylaşacağım. Onlara önce şöyle soracağım: Çocuklar, röportaj ne için yapılır? “Bir insanı tanımak için diyecekler.” Peki yapamadığınız bir röportajla, o insanı daha iyi tanıyamaz mısınız? Şaşırıp yüzüme bakacaklar. İçlerinden, “Nasıl yani? Hoca kafayı mı yedi?” diye geçirecekler. O zaman tane tane anlatmaya başlayacağım: Habertürk adlı bir TV kanalı ve internet sitesi var. Onun patronu Ufuk Güldemir 30 yıllık gazetecidir. Yaklaşık iki yıl önce medya patronlarıyla röportajlar yapmak için hepsinden randevu istedim, Güldemir’i de ayırmadım. Önce gazeteci, sonra patron olduğu için, söyleyecekleri benim için daha önemliydi. O zaman randevu vermedi. Ben de üzerinde durmadım ve tamamen unuttum. Geçenlerde bizim gazeteden bir muhabir kendisiyle konuşmak istemiş. “Eğer Zaman’a bir mülakat vereceksem, bu Nuriye Akman olmalı. Zaten bende bir başvurusu vardı.” mesajını haber müdürü kanalıyla bana iletti. Memnuniyetle kabul ettim. Randevu gününü ve saatini birlikte kararlaştırdık. Beni güleryüzle karşılasa da tedirgin olduğunu hemen anladım. Bana, “Biraz evvel Ertuğrul Özkök’le konuştuk, senin geldiğini söyleyince ‘Allah kolaylık versin’ dedi.” diyerek bu duygusunu açığa vurdu. Ben de, “Bana da Ufuk Güldemir’e gittiğimi söyleyince ‘gazan mübarek olsun’ dediler.” diye şakayla mukabele ettim. Beni çok şaşırtan bir teklifte bulundu. Konuşmamızı kameraya alacaktı. Ondan daha şaşırtıcı olanı, gerekçesinin bana güvenmiyor oluşuydu. Ya ben onun için stratejik önemde olan bir lafı kesersem n’apardı? Ben bu güvensizliğinin hoş olmadığını, kamerayı kabul edemeyeceğimi, ancak dilerse konuşma metnimizi yayından evvel kendisine gönderebileceğimi, bir eksiklik bulursa düzeltmeye hazır olduğumu söyledim. Bu bir iyi niyet gösterisiydi ancak ikna olmadı. O zaman iki teyple çalıştığımı, birini röportajdan sonra kendisine teslim edebileceğimi söyledim. Kabul etti. Buna rağmen tedirginliği beni incitecek şekilde artarak sürdü. Dedi ki teybi açmadan önce: “Eğer bana dedikoduya dayalı bir soru sorarsan, ben de derim ki, ‘Senin annen Londra’da hırsızlık yaptı.’ Bu da kayda girmeli ve yazmalısın.” Bütün iyi niyetimle, “Peki.” dedim. Teybi açtık. İlk sorumdan itibaren sergilediği tavır çok saldırgandı ve sebep de beni ‘saldırgan’ olarak algılamasıydı. Toplam beş dakika bile süremeyen konuşmamızı olduğu gibi yazdım. Soramadığım soruları metne koyup koymamakta tereddüt ettim ve yayımlamamaya karar verdim. Sevgili gençler, size beş dakika veriyorum. Lütfen okuyun ve soranla sorulanın durumlarını analiz edin. Öğrencilerime kendi tespit ve yorumlarımı hemen belirterek onları etkilemeyeceğim. Ama bu olaya ilişkin zihnime takılan soruları okurlarımdan ve meslektaşlarımdan gizleyemem: 1) Bu olay biraz kurt–kuzu hikâyesine benziyor mu sizce? Hani derenin başında duran kurt, yemek istediği kuzuya, derenin alt kısmında bulunmasına rağmen, “Suyumu bulandırıyorsun.” demiş ya. Ne yapsaydım da ‘kurt’u ikna edip bu söyleşiyi tamamlayabilseydim? Einstein’ın, ‘Önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur.’ sözünün bu durumla kurulabilecek bir paralelliği var mı? 2) Korkuyor muydu? Neden? En baştan beni çağırdığına pişman olmuş ve sözünden dönememiş miydi? Neden? Çareyi bu karşılaşmanın böyle gerçekleşmesini kurgulamakta mı bulmuştu? Bu soruya bulunacak cevaplar için ek soru vereyim: Olaydan sonra randevumuza aracılık eden Habertürk yetkilisi, bana, “Bu bir oyun olamaz mı, neden üzülüyorsun?” dedi. 3) Diğer soruların sorulmasına müsaade etmeyerek, kendini ucuz kurtulmuş mu sayıyordu? Ucuz kurtulunacak bir durum mu vardı? Neydi o durum? 4) Sabah’ta iken bir dönem benim genel yayın yönetmenimdi. Kısa röportajımızda okuyacağınız üzere benim huzurlu çalışmamı istediğini söyleyerek, “Seni enjekte edenlerden biriyim.” dedi. Ben Hürriyet’te en parlak zamanımda Sabah’a geçtim. Bana hayatımın şansını vererek kariyer yapmamı sağlayan Ertuğrul Özkök bile bu ‘enjekte’ kelimesini kullanmadı. Bu ayrılıştan çok üzüldüğü halde bir beyefendi gibi davrandı ve benim, “Ben sizin sayenizde gazeteci oldum, teşekkür ederim.” sözlerime, “Hayır, ben herkese şans verdim, sen bu şansı kullandın. Biz ruh arkadaşıyız. Seninle yine günün birinde çalışırız.” diye beni uğurladı. Sabah’taki Güldemir dönemi benim açımdan Kalabalıklar adlı sayfamın kaldırıldığı dönemdir. Bu durumdan siz hangi soruyu! çıkarıyorsunuz? 5) Bu olayda benim hatam nedir? Acaba avcılık yerine başka bir konu ile söyleşiye başlasaydım durum değişir miydi? Mesela üçüncü sorum şuydu: “Patron olmaya karar verip işe internet sitesinden başladığınızda, medyanın ancak bağımsız olursa güçlü, objektif ve adil olabileceğini söylüyordunuz. Hedefinize ulaştınız mı, ulaşmadıysanız sizden ve sistemden kaynaklanan hangi nedenleri sıralayabilirsiniz? 6) Karşımdaki insan çok akıllı ve kül yutmaz olduğunu söylemek ihtiyacı hissetmişti. Ben daha onun gerçeğini tespit edemeden, o bende ‘vahşi bir surat’ görebildiğine göre, acaba ona kendisini gösteren ayna mı olmuştum? Güldemir: Ben kelimelerin efendisiyim Otuz senemi kelimelere verdim ben. Senin her kelimenin karekökünü, her kelimenin logaritmasını ben okuyabiliyorum senden. Senin bu sorunun nasıl bir saldırgan amaç taşıdığını görüyorum. Dolayısıyla, saldırgan olduğun zaman, ben de saldırganlaşacağım, doğal olarak. 19 yaşından beri avlanıyorsun, değil mi? Bu seni nasıl formatladı, kişiliğine ne kattı? Seni nasıl bir insan yaptı, daha atak mı yaptı, daha cesur mu yaptı? Daha, ‘vahşi’ mi yaptı? Çünkü avlanmak deyince insanın aklına çoğu kez negatif duygular geliyor. Sen bunu işte erkeklerin genetik yapısında bu doğal olarak var diye açıkladın daha önce. Mesela, sen avcı değilsin ama vahşisin. Avcılıkla bunun bir alakası yok yani. Sorularından ben görüyorum, saldırıyorsun insanlara. Dolayısıyla, mesela bu sorunda bile ben saldırgan bir hava gördüm. Dolayısıyla, demek ki sadece avcı olanlar değil, avcı olmayanlar da vahşi olabiliyor. Ben bunu gördüm mesela sende. O kadar fazla gardını almışsın ki, ben de burada pipirik bir Ufuk Güldemir portresi gördüm. Çünkü, avcılığın pek çok boyutu var. Maceracı olduğunu gösterebilir, başarmaya kodlu, tehlikeyi seven yanını gösterebilir. Vahşi bir yanı da vardır. Nereden baktığına bağlı. Bu seni nasıl formatladı diye, gayet düz bir soruyu bile sen bir vahşet olarak algılıyorsan, bundan sonraki sorularda epey kan çıkacak demektir. Valla sorular senin, cevaplar benim. Peki, nasıl bir insan yaptı seni? Benimle bu işin bir alakası olmadığını düşünüyorum. Yani kedi fareyi tutarken, düşünmüyor. Avcılık konusunda sana entelektüel düşünceler sunmayacağım. Bakın, yaptığımız her iş kişiliğimizi yoğurur. Avcılık seni nasıl bir insan yaptı, dümdüz bir soru. Bu kadar etrafında dolanmaya, evelemeye gevelemeye gerek yok. Mesela bu meslek beni çok atak yaptı, ben çok daha dingin bir insanken… O manada seni nasıl bir insan yaptı? Ben bu mesleğe otuz yılımı verdim. Sadece cümleleri, satırları değil, satırların aralarını okuma kabiliyetim var. Senin satır aralarında, ben avcılık seziyorum, saldırganlık seziyorum. Bu saldırganlık beni saldırganlaştırır. Sen bunu, şu anda tabii bu sayfayı, bu röportajı okuyanlar, senin o saldırganca ifadeni, o yazılı basında göremeyecekler. Çünkü bu yazıya dökülüyor. Sen bunu gayet masumane bir şekilde sormuş gibi duruyorsun. Oysa sorarken, vahşice bir ifade var yüzünde. Ama bu vahşice ifade senin, ne yazık ki, soruna yansımayacak. Çünkü sadece soğuk kelimeleri bu gazetede bulacak insanlar. Dolayısıyla, ben, bazı insanlar, bazı şeylerin efendileri olabilir, Nuriye’ciğim. Ben de kelimelerin efendisiyim. Otuz senemi kelimelere verdim. Senin her kelimenin karekökünü, her kelimenin logaritmasını ben okuyabiliyorum senden. Senin bu sorunun nasıl bir saldırgan amaç taşıdığını görüyorum. Dolayısıyla, saldırgan olduğun zaman, ben de saldırganlaşacağım, doğal olarak. Peki, o halde okurlara bırakalım. Tabii ki okurlar benim yüz ifademi burada görmeyeceklerdir ve bana haksızlık yapıyorsun. Hiçbir vahşet yok yüzümde. Ben sana gülümseyerek bakıyorum dediğimde, bunu kimse anlamayacak. Ama bu kadar düz bir soruyu böyle algılamak, tabii ki senin karakterinle ilgili okurlarımıza epeyce ipuçları vermekte. Olabilir. Ama bu soruyu, şimdi söylediklerini teybe geçsin diye söylediğini bilecek kadar da zekiyim. Yani, “Benim yüzümde saldırgan bir ifade yok.” lafını teybe, bu röportaja kayda geçsin yani on the record olmak için söylediğinin de inşallah farkında olurlar. Pekala, öldürdüğün bir hayvan için hiç gözyaşı döktüğün oldu mu? Yani bu sorunun da ben abesle iştigal olduğunu düşünüyorum. Yani, biraz daha böyle devam edersen röportajı bırakacağımı söyleyeyim sana. İstersen şimdi bırak. Çünkü... Şimdi bırakıyorum o zaman. Çünkü benim kim olduğumu, ne tarz sorular yönelttiğimi insanlara, en iyi bilenlerden birisiniz. Hayır ben bilenlerden birisi değil, tam aksine, seni enjekte edenlerden birisiyim. Bilenin ötesindeyim. Enjekte etmek ne demek? Yani, e şöyle, şu kelimeyle ifade edeyim. Var olmanı arzulayanlardan, bir. İki, yönettiği gazetede huzurla yaşamandan yana tavır almış birisiyim. Dolayısıyla senin düşündüğünden daha ötede bir düşüncem var, seninle ilgili. E ama bu düşüncemi daha fazla değiştirmek istemiyorum. O yüzden bu röportajı burada bırakıyorum. Neden çağırdın beni peki, neden kabul ettin? Sen, bu röportajı istedin. Ben de kabul ettim. Ama bana deseydin ki, “Ufuk ben saldırgan sorular soracağım. Buna rağmen, sen benimle konuşur musun?” Etmezdim. Bana röportaj talebinde, “Ben saldırgan olacağım, bu şartla kabul ediyor musun?” demedin. Ben sana saldırmadım ki şu ana kadar. Saldırıyorsun. Ben de konuşmayacağım. Yani öldürdüğün bir hayvan için gözyaşı döküp dökmediğini sormam saldırganca mı? Bir insan siyah ve beyaz değildir ki. Siyahların içinde beyaz noktaları vardır, beyazların içinde de siyah noktaları vardır. Sen mutlak bir gerçeklik değilsin ki, sen de ben de değiliz. Dolayısıyla bir insan avdan çok zevk alabilir, ama içinde de bir başka boyutu olabilir. Ben onu arıyorum. Bunda nasıl bir saldırganlık sezebiliyorsun? Bu röportaj bitti benim için. Ben kendi kasetimi almak istiyorum. Bence korktun yani. Niye korkuyorsun, hiçbir şey söylemedim ben sana. Kasetime almak istiyorum.