BIST 10.277
DOLAR 32,34
EURO 34,81
ALTIN 2.393,53
HABER /  GÜNCEL

Türkeş'in solcuları sindirme emri

Emin Pazarcı'nın 'Sırlarıyla Ülkücü Hareket' yazı dizisinin üçüncü bölümü de çok ilginç konularla dolu. Bu bölümde, Türkeş'in solcular için verdiği emirlere dikkat çekili

Abone ol

Dünden Bugüne Tercuman gazetesi yazarı Emin Pazarcı'nın 'Sırlarıyla Ülkücü Hareket' adlı yazı dizisinin üçüncü bölümünde ilginç tarihi gerçekler gözler önüne seriliyor: İşte dizinin bugünkü bölümünün tam metni. 1975 yılıydı... Öğrenci olayları, özellikle büyük şehirlerde yavaş yavaş artmaya başlamıştı. Okullar işgal ediliyor, boykotlar yapılıyordu. Genellikle de bu tür eylemlere solcu öğrenciler imza atıyorlardı. O dönemde Muharrem Şemsek Ülkü Ocakları Genel Başkanıydı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi'ne bir haber ulaştı: - Solcu öğrenciler karar aldılar. Yarın, Hacettepe Üniversitesi'ni ve ODTÜ'yü işgal edecekler. Bir anda dört bir yanı heyecan sardı. Ne yapılacaktı? Solcuların işgaline seyirci mi kalınacaktı? Yoksa, karşı bir hareket mi geliştirilecekti? Tartışmalar yapıldı, karar verilemedi. O dönemde, öğrenci olayları daha çığırından çıkmamıştı. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, üniversitelerdeki gelişmeleri yakından takip edebiliyordu. Zaman zaman da bu olaylara bizzat müdahale ediyordu. Ocaklı gençler, Türkeş'le görüşme kararı aldılar. Muharrem Şemsek, Muhsin Yazıcıoğlu ve Sefa Ergin, Bahçelievler'e doğru yola çıktılar. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'le, kızının evinde görüşüp, kendilerine gelen bilgileri bütün ayrıntıları ile aktardılar. Ardından sordular: - Ne yapmalıyız? Gelişmeleri dikkatle dinleyen Türkeş, iki kelimelik bir cevap verdi: - Müdahale edin. Çok az vakit kalmıştı. Bu yüzden, hemen harekete geçildi. İşe yarar isimler tek tek belirlenip, arandı. Yıldırım Beyazıt Yurdu'nun kantininde 40 kişilik bir ekip toplandı. 40 sayısı, son derece önemliydi. Çünkü, Hun Türkleri esaret altında yaşarken, Kürşat da 40 kişiyle Çin Sarayı'nı basmıştı. Bu olay, Türk tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. 1970'li yıllarda, pek çok Ülkücü, Nihal Atsız'ın bu olayı anlatan "Bozkurtlar" isimli kitabını başucundan ayırmıyordu. "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtların Dirilişi" Ülküçülerin temel kitapları arasındaydı. Baskın için ODTÜ'nün krokileri çizildi. Bu krokiler üzerinde uzun süre çalışıldı. Baskın planları yapıldı. Hazırlıklar tamamlandı... Sabah gün ağarmadan abdestler alındı... 40 kişi birbirine sarılarak helalleşti. ODTÜ'ye doğru yola çıkıldı. İlk engel, kampüsün girişindeki bekçilerdi. Onların enterne edilmesi çok kolay oldu. Bekçiler tesirsiz hale getirilip, kendi kemerleri ile bağlandılar. Ardından, telefon santralına girildi. Santralın nasıl kullanıldığı öğrenildi, memur bağlandı ve başına bir nöbetçi dikildi. Her ele geçirilen yere bir-iki nöbetçi bırakılıp, yola devam ediliyordu. Nihayet, önceden planlandığı gibi hedefe ulaşıldı. Ana grup, Rektörlük Binası'nın çevresinde konuşlandı. GÖĞÜSE İSABET EDEN KURŞUN Gün ağarırken 3 kişilik bir grup, çevrede keşfe çıktı. Bu sırada solcu gençler de ODTÜ'yü işgal için harekete geçmişlerdi. Ülkücülerin 3 kişilik keşif kolu, 10-15 kişilik solcu bir grupla karşı karşıya geldi. Önce, sol gruptan öğrenciler bağırdılar: - Durun, siz de kimsiniz? Ardından Ülkücüler harekete geçti: - Yere yatın ulan! Bu bağırma işe yararamıştı. Solcu öğrenciler, hiç etkilenmediler. İlk anki şaşkınlığı atar atmaz taşlarla saldırmaya başladılar. Sayıları da oldukça yüksekti. Dört bir yandan yağmur gibi taş yağıyordu. Ülkücülerin "keşif kolu" kötü sıkışmıştı. Bunun üzerine daha sonraki yıllarda vefat eden Sefa Ergin tabancasına davrandı: - Kaldırın ellerinizi! Bu da etkili olmamıştı. Solcu gençler, kıllarını bile kıpırdatmadılar. Tabancaya rağmen geri çekilmediler. Ormanlık alandan taşlar yağmaya devam ediyordu. Sefa Ergin, çareyi tabancasının tetiğine basmakta buldu. Kurşun, en öndeki solcu öğrencinin göğsüne isabet etmişti. Silah sesi etkili olmuş, solcu grup ormanın içine doğru kaçmaya başlamıştı. İlginçtir, kaçanlar arasında göğsüne kurşun isabet eden öğrenci de vardı. Üstelik vurulduğundan bile habersizdi. Ceylan gibi sekiyordu. Çünkü, kendisine sıkılan tabanca "laz yapısıydı" ve göğsüne çarpan mermi, yere düşmüştü. İşin en ilginç yanı da, Sefa Ergin ve arkadaşları durumun farkındaydılar. Göğüse isabet eden kurşunun yere düştüğünü görmüşlerdi. "Laz Yapısı" silah, taş kadar dahi etkili değildi. Sadece ses çıkarıyordu, ama çıkardığı ses son derece işe yaradı. Solcular dağılmışlardı. Kaçanlar takip edildi. Bazıları yakalandı ve kendi kemerleriyle bağlanarak esir alındı. KUCAK KUCAĞA ÇATIŞMA Ormanın içine kaçanlar, yurtların olduğu binalara yöneldiler. Orada hazırlıklarını tamamladılar, takviye kuvvetler alıp, geri döndüler. Sayıları çok kalabalıktı... Solcu öğrenciler, Rektörlük Binası'na doğru bulut gibi yağmaya başladılar. 20 kişilik Ülkücü grup ise, Rektörlük Binası'nın önündeki hakim tepede pusuya yatmıştı. Solcu öğrenciler yaklaşınca, taşlarla üzerlerine atladılar: - Allah, Allah, Allah... - Vurun komünistlere... Yine bir anlık dağılma oldu. Ancak, Ülkücülerin sayısının çok az olduğunu gören solcu öğrenciler, toparlanarak yeniden saldırdılar. Bu defa da karşılıklı silahlar patlamaya başladı. Bir yandan da daha önceden hazırlanan dinamit lokumundan yapılan el bombaları yağıyordu. Aradan saatler geçmişti. Sabah olmuş, mesai vakti gelmişti. Servis otobüsleri, memurları ve üniversitenin öğretim üyelerini getiriyorlardı. Ülkücüler, bunu da hesap etmişlerdi. Çatışmanın dışında kalan grup, gelenleri otobüslerden indirip, sıraya dizmeye başladı. Neler olduğunu anlayamayan üniversite çalışanları, çaresizlik içinde kendilerine söylenenleri yerine getiriyorlardı. Öyle bir an geldi ki, sıraya dizilenlerle baş edilemez oldu. Yaklaşık 500 civarında insan sıraya dizilmişti ve bütün bu işlemi yapanlar 5-6 kişiydiler. Homurdanmalar giderek arttı ve isyanla noktalandı. Ortalık karıştı. Bu sırada, Rektörlük yakınlarında çatışmaya giren Ülkücüler de iyiden iyiye sıkışmışlardı. Artık, dayanacak güçleri kalmamıştı. Hem savunma kanatları çökmüş, hem de bazı arkadaşları yaralanmıştı. Geri çekilmeye karar verdiler. Yaralıları sırtlarına alıp, savunma halinde giriş kapısına kadar çekildiler. O sırada, olayları öğrenen jandarma daha yeni içeri giriyordu. Neler olup bittiğini de tam olarak bilmiyordu. Jandarmayı karşılarında gören Ülkücüler, bağırmaya başladılar: - Yetişin, can güvenliğimiz yok, ölüyoruz. Bir anlık tereddüt yaşayan jandarma da doğal olarak kaçanlara değil, kovalayanlara doğru yöneldi. Solcu öğrencilerin üzerine doğru harekete geçti. Jandarma içeri girer girmez, baskını yapan Ülkücüler dışarı fırladılar. Eskişehir Yolu'ndan otobüslere binerek kaçtılar. ODTÜ Baskını noktalanmıştı. UNUTULAN YARALI ODTÜ'deki çatışma, gerçekten çetindi... Baskını gerçekleştirenler, geri çekilirken içeride yaralı bir arkadaşlarını unutmuşlardı. Jandarma da onu solcu sanıp, hastaneye götürmüştü. Ülkücü yaralı, kendine gelir gelmez etrafına baktı, manzarayı görür görmez durumu anladı. Hemen bir yolunu bulup, hastaneden kaçtı. Sivas Yurdu'na kadar koştu ve içeri girer girmez, kapıda bayıldı. Öylesine dayak yemişti... Öylesine perişandı ki... Yüzü, vurulan tekmelerden dolayı tanınmayacak hale gelmişti. Kolları da davul gibi şişmişti. Arkadaşları üzerindeki parkayı bir türlü çıkaramadılar. Çareyi, makasla keserek almakta buldular. Yaralı öğrenci hastaneye götürülemedi. Sivas Yurdu'nda tedavi edildi. UNUTULAN DELİLLER Baskının ardından bir değerlendirme yapıldı. Yüzler gülüyordu, verilen görev, başarıyla yerine getirilmişti. Herkes, baskının "tereyağından kıl çeker gibi" gerçekleştirildiğini düşünüyordu. Oysa, yanılıyorlardı. Baskını gerçekleştiren 40 kişilik ilk ekip arasında Ülkü Ocakları Başkanı Muharrem Şemsek yoktu. Olmaması da çok doğaldı. Çünkü, Alparslan Türkeş, sürekli olarak bir uyarı yapıyordu: - Komutan cephede savaşmaz! Ancak Muharrem Şemsek, daha sonra Üniversite'ye gelmiş olsa gerek ki, kimliği santral odasında bulundu. Üstelik, ODTÜ'nün santralından Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bir görüşme yapıldığı da ayan beyan ortadaydı. Çünkü, aramadan sonra ahize yerine konulmadığı için ODTÜ santralı ile Ülkü Ocakları'nın telefonu birbirine bağlı kalmıştı. Ahizeyi kaldıranın karşısına Ülkü Ocakları Genel Merkezi çıkıyordu. Ülkücüler, ne kadar "Bu baskını biz yapmadık" deseler de bütün izler onları gösteriyordu. Ortada yeterli kanıt vardı. Nitekim Muharrem Şemsek, daha sonra bu olayla ilgili olarak yargılandı. "OKULUMUZU NİYE BASTINIZ?" ODTÜ Baskını'nın üzerinden 6 yıl geçti. 12 Eylül 1980 Harekatı oldu. Sağdan da soldan da öğrenciler toplanarak Mamak Askeri Cezaevi'ne dolduruldu. İhtilal Yönetimi, pek başarılı olmasa da "Karıştır, barıştır" metodunu uyguluyordu. Solcu ve sağcı gençler, aynı koğuşlar ve hücrelerde birlikte kalıyorlardı. İhtilal öncesinin Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Dev-Genç Genel Başkanı Mehmet Ali Yılmaz'la birlikte aynı hücreye konulmuştu. İkibuçuk metrekarelik hücrede, ayrıca 2 solcu genç daha vardı. Aradan geçen zaman içinde taraflar arasında diyalog da kurulmaya başlamıştı. Bir gün Mehmet Ali Yılmaz sordu: - Siz, ODTÜ'yü neden bastınız? Yazıcıoğlu, "suç sizin" dedi: - Üniversitede hakimiyet kurmaya kalktınız. Biz de o hakimiyeti kırmaya çalıştık. Olayları siz başlattınız. Yılmaz, "İşte o öyle değil" cevabını verdi: - Biz, ABD Dişişleri Bakanı Henry Kissinger'in, Türkiye'ye gelişini protesto etmek için boykot yaptık. O, Vietnam katiliydi. Siz, bunu engellediniz. Biz de bunun üzerine, bütün sol fraksiyonlara bir bildiri gönderip, "Ülkücüler Amerikancıdır" dedik. Yazıcıoğlu, kabul etmedi: - Siz, eğer Kissinger'i protesto edecekseniz, bunu ilan etmeliydiniz. Bize söyleseydiniz, Tandoğan Meydanı'nda birlikte buluşur, Kissinger'i birlikte protesto ederdik. Siz, bu olayı üniversiteleri ele geçirmek için bahane olarak kullandınız. Bu diyaloğun üzerinden tam 13 yıl geçti... BM Genel Sekreteri Butros Gali, Türkiye'ye geliyordu. Nizam-ı Alem Ocakları'na mensup gençler, Muhsin Yazıcıoğlu'nu ziyaret ettiler. Bosna'daki soykırıma seyirci kalan BM ve Genel Sekreteri Butros Gali'yi protesto etmek istediklerini söylediler. Genel Başkanlarına, "İstanbul Üniversitesi'nde bir form düzenlemek istiyoruz" dediler. Yazıcıoğlu'nun aklına 1975'teki ODTÜ Baskını geldi. Gençlere, "Sakın ha" dedi: - Bunu üniversitede yapmayın. Siz, bu işe soyunduğunuzda, karşıt gruplar, sizin bunu üniversiteyi ele geçirmek için yaptığınızı söyleyecekler. Onlar size karşı çıkacaklar. Siz de onlara "Sırp çocukları" diyeceksiniz. Çatışmalar çıkacak. Protesto, üniversite dışına kaydırıldı. 1975 yılındaki ODTÜ Baskını'nda yaşanan tecrübe ve Mamak Cezaevi'ndeki konuşmadan çıkarılan ders, İstanbul Üniversitesi'nde çatışma çıkmasını önledi. DEVİ YIKAN SÖZLER 1980 öncesi, bütün Ülkücü kuruluşlarda "eğitim seferberliği" başlatılmıştı. Ülkücü İşçiler Derneği'nin Genel Merkez yöneticileri ve şube başkanları da sıkı bir eğitimden geçmişlerdi. Türkiye'nin temel meseleleri, Sovyetler Birliği'nin Türkiye üzerindeki emelleri, teşkilatçılık, beşeri münasebetler, sendikal faaliyetler gibi konularda bir dizi seminere katılmışlardı. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in yapacağı konuşma ile bu çalışmaya son nokta konulacaktı. Türkeş, Bahçelievler'deki MHP Genel Merkezi'nde konuşmasına başladı... Herkes pür dikkat, Türkeş'i dinliyordu. Ancak, Ülkücü İşçiler Derneği Kayseri Şube Başkanı Mehmet Kabaktepe'nin gözleri kapandı, başı önüne doğru düştü. Türkeş, durumu anında farketti. Kabaktepe'ye doğru dönüp sesini yükseltti: - Sen, uyuyan, ayağa kalk. Kabaktepe, irkilip ayağa fırladı. Türkeş, devam etti: - Uyuyorsun, ama senin, benim, Milletim'in, Dünya Türklüğü'nün ekmeğine kan doğrayanlar uyumuyor. Düşmalarımız uyumuyor. Komünistler uyumuyor. Türkeş sözlerine devam ediyordu ki, Mehmet Kabaktepe önce öne, sonra arkaya doğru sallandı. O dev gövdesiyle salonun ortasına yıkıldı. "Başbuğ"unun karşısında küçük düşmüş, onuru kırılmıştı. Kahroldu, ayakta duramadı, pelte gibi yere yığıldı. Kabaktepe Olayı, Ülkücülerin "Başbuğ"larına bağlılıklarının en büyük örneklerinden biriydi. Türkeş'in söylediği söz bile bir Ülkücüyü yere yıkabiliyordu! Karşılaştığı tablo, Alparslan Türkeş'i de çok üzmüştü. Sesi yumuşadı, Genel Merkez yöneticilerine döndü, "Çocukla ilgilenin" dedi ve konuşmasını sürdürdü. Ancak, O'nun da tadı kaçmıştı. Türkeş, sözlerini bitirip ayrılırken, yanındakilere sessizce sordu: - Çocuk nasıl, iyi mi? FAKİRLİĞİN GÖZÜ KÖR OLSUN Kabaktepe'nin, Türkeş'in karşısında neden uyukladığı daha sonra anlaşıldı. Günlerdir uykusuzdu ve Kayseri'den Ankara'ya da gece geç saatlerde gelmişti. Cebinde para olmadığı için, Otogar'dan Mithatpaşa'daki Ülkücü İşçiler Derneği Genel Merkezi'ne yürüyerek gitmişti. Üstelik, buna rağmen içeri giremedi. Geceleri Genel Merkez'de yatan Tevfik Tükenmez, kapıyı açar açmaz bağırmaya başladı: - Senin saatten haberin var mı? Şimdi git, sabah gel. Bunları söyleyen bir Genel Merkez elemanıydı. Kabaktepe, saygısından sesini çıkarmadı. Kendisine söyleneni yaptı. Yine aynı yolu yürüyerek katetti. Sabaha karşı ulaştığı Otogar'da birkaç saat geçirip, önce Derneğe, sonra da MHP Genel Merkezi'ne gitti. Tevfik Tükenmez'in tavrı, Kabaktepe'yi iyiden iyiye tüketmişti. Durum bu olunca, sandalyeye oturur oturmaz içi geçti, başı öne doğru düştü. Kabaktepe, parasızlık ve iyi niyetinin kurbanı olmuştu! Ülkücüler, fakir gençlerdi... Çoğu maddi sıkıntı çekiyordu. Solcuların öldürdüğü Yusuf İmamoğlu'nun cebinden de sadece 25 kuruş çıkmıştı. Otopsi sırasında midesi açıldığında ise, doktorlar birkaç saat önce yediği simit parçaları ile karşılaşmışlardı.