BIST 10.644
DOLAR 32,23
EURO 35,08
ALTIN 2.502,35
HABER /  GÜNCEL

Ortadoğu'daki acının iki yüzü

Dünya dehşeti kanıksadı, İsrail-Filistin çatışmasını seyrediyor. Vatan Gazetesi, her iki tarafın da acılarını gündeme taşıdı. Ortaya inanılmaz hayat hikayeleri çıktı..

Abone ol Rakamlar akan kanı, çekilen acıyı tarif etmekte çok yetersiz kalıyor
Dünya, "ayağa kalkma", "başkaldırı" anlamındaki "intifada" sözcüğüyle 1987 yılı sonlarında tanıştı. İşgal altındaki Gazze ve Batı Şeria'da, büyük çoğunluğu çocuklar ve gençler olan binlerce Filistinli, taşlar ve el yapımı silahlarla İsrail güvenlik güçlerine karşı amansız bir direniş yürüttü.

1993'teki Oslo Barış Süreciyle unutulan intifada kavramı 29 Eylül 2000 günü Likud lideri Ariel Şaron'un Kudüs'te El Aksa Camii'ne gitmesiyle yeniden gündeme geldi, "İkinci İntifada"
veya "El Aksa İntifadası" olarak adlandırılan yeni dönem, Şaron'un kısa bir süre sonra başbakan seçilmesiyle daha da şiddetlendi.

Bundan böyle taş atan çocukların yerini, herbiri canlı birer canlı bomba olan Filistinli delikanlılar ve genç kızlar aldı. Savaşı İsrail topraklarına taşıyan intihar eylemcileri, alışveriş merkezleri, kafe ve restoranlar, toplu taşıma araçlarını hedef alarak, kendileriyle birlikte İsrailli sivilleri de öldürüyorlar.

Şaron yönetimi de her eyleme misliyle cevap veriyor. Dört yıl içinde çoğu sivil 3326 Filistinli öldürüldü; 7366 kişi tutuklandı, 3360 ev yıkıldı, tarım arazileri bozuldu, ağaçlar söküldü...

***

Vatan yazıişlerinde, giderek daha da kanayan bu acıyı, her iki yüzüyle birlikte anlatma fikri şekillenir şekillenmez, tam da "İkinci İntifada"nın dördüncü yılına denk gelen günlerde bölgeye gittik. Doğu ve Batı Kudüs'te, Tel Aviv'de, Ramallah başta olmak üzere Batı Şeria'da, Gazze Şeridi'nde, Elon Moreh, Ariel, Barkam, Yakir gibi Yahudi yerleşim birimlerinde onlarca İsrailli ve Filistinliyle görüştük.

Bu dizide içaçıcı şeyler anlatmadığımızın farkındayız, ama Ortadoğu'da yaşananların, eğip bükmeden, önyargı ve ön kabullerden bağımsız bir şekilde ve insani boyutu temel alınarak masaya yatırılmasının kalıcı bir çözüm için şart olduğunu düşünüyoruz.

Öleli iki yıl oluyor her yerde kızım Dikla'yı arıyorum
İbranicede, hurma ağacına "dikla" diyorlar. Remo-Lea Zino çifti, altı yıl uğraştıktan sonra sahip oldukları ilk çocuklarına uzun ömürlü olması için "Dikla" adını vermişler. Ama kızları, 21 Kasım 2002 günü sabah saat 7.11'de bir intihar eylemine kurban gittiğinde sadece 23 yaşındaymış.

Anlattığımız aslında Dikla'nın değil, annesi Lea'nın öyküsü. Kendisiyle önce Batı Kudüs'ün dış mahallelerinden Kiryat Menahem'deki evlerinde röportaj yapıyoruz. Sık sık "sanki dün olmuş gibi" diyor. Gözlerinden yaş eksik olmuyor. İki yıldır psikolojik tedavi görüp ilaçlarla ayakta kaldığını söylüyor.

Salonun bir köşesinde, Dikla'nın ölümünden beri hiç sönmeyen bir kandil yanıyor. Her taraf genç kızın resimleriyle donatılmış: tek başına, kardeşleriyle birlikte; okulda, askerde, partilerde arkadaşlarıyla birlikte, ama hep gülümseyerek....

Baştan aşağıya siyahlar giyinmiş olan Lea bize gazete kupürlerini gösteriyor ve olayı anlatıyor: "17 yaşında Hamas'lı bir çocukmuş. Civardaki Filistin köylerinden birinden geçmiş; geceyi bir mağarada geçirmiş. Sabah erken bir saatte de, belinde patlayıcılarla otobüse binmiş."

Lea, kızının ölümüyle sonuçlanan o dehşet yolculuğunu, neredeyse dakikası dakikasına araştırıp öğrenmiş:

"Hamas'lı çocuk, otobüse bindikten sonra yeterince kalabalık olması için tam altı durak beklemiş. Dikla beşinci durakta binmiş otobüse. Düşünebiliyor musunuz, otobüs daha önceki duraklarda dolmuş olsa.. Ya da terörist bombayı bindikten hemen sonra patlatmaya karar verse.. Dikla yaşıyor olacaktı.. Ama terörist, o bininceye kadar beklemiş. Saat tam 7.11'de de bombayı patlatmış."

Sözlerinin burasında Lea'nın eli, kucağındaki siyah çantaya gidiyor. Bomba patladığında Dikla'nın elinde tuttuğu çantayı açıyor Lea. Ve içinden çıkarttığı şarapnel parçalarını gösteriyor: "Şarapnel kızımın şahdamarını kesmiş. Dört saat can çekişti. 50 litre kan verdiler. Kurtaramadılar."

"Mutlaka ayrılmalıyız"
Lea'nın kocası Remo bir garajda müdür. Kendisi ise bir çocuk yuvasında çalışıyor. Daha doğrusu çalışıyormuş. Ama Dikla hakkında kitap yazmak için bir yıl izin almış. Üstüne basa basa "her yerde kızımı arıyorum" diyor. Birkaç gün önce, Dikla'ya benzettiği için defalarca saati sorduğu bir kız tarafından azarlanmış.

Siyasi görüşlerini sorduğumuzda, ilk olarak, "hiç kimseyi suçlamıyorum" dediği için umutlanıyoruz ama sonradan Şaron'u bile eleştirmekten geri kalmıyor: "Hangi devlet kendi düşmanına silah verir? Kendilerini korusunlar diye verdiğimiz silahları bize çevirdiler. Hükümete çok kızıyorum. Kızım askerliğini yaptı, ama hükümet onu koruyamadı..."

Lea Zino'nun Filisitinliler hakkındaki görüşüyse çok net: "Kızım varken bu ev çok canlıydı. Artık değil. Mutlak surette birbirimizden ayrılmalıyız."

Lea ile daha sonra 20 numaralı belediye otobüsünün yolcu aldıktan hemen sonra havaya uçtuğu Meksika durağına gidiyoruz. Çoğu kadın ve çocuk 10 İsrailli terör kurbanının aileleri tarafından anıtlaştırılan durakta Lea, Dikla'nın resimlerini okşuyor. Kızını sever gibi resimleri teker teker seviyor.

İsrail kentlerinde dört yıldır süren intihar eylemleri benim için televizyon ve gazetelerdeki görüntülerden ibaretti: Polis kordonları, ambulanslar, kucaklarda taşınan yaralılar, sedyelerdeki ölüler... Ve bir sürü soğuk rakamlar.

Lea Zino'nun Meksika durağındaki görüntülerinin, bunlardan daha sahici ve iç acıtıcı olduğunu düşünüyorum.

Küçük Muna sadece lolipop almak istiyordu
Muna Tabak henüz 10 yaşındaydı, bütün yaşıtları gibi hayat dolu genç bir kızdı. Gazze Şeridi'ndeki Cebaliye Mülteci Kampı'nda, İsrail askerlerinin kuşatmasının ikinci gününde, 22 Nisan 2004'da, saat 16 sularında bir tanktan açılış ateş sonucu hayatını kaybetti. O gün aynı bölgede İsrail terörüne kurban giden üç çocuktan biri oldu.

Kardeşi Hasan olayı şöyle anlatıyor: "Ablam ve bir komşu çocuğuyla birlikte bakkala şeker almaya gittik. İlk gittiğimizde lolipop yoktu, diğerine bakmak isterken ateş açıldı. Ablam yere düştü, ben korkup eve kaçtım."

Gerisini baba Hamdi Abu Tabak getiriyor: "Kızıma iki kurşun isabet etmiş: biri ayağına, diğeri karnına gelmiş. Hastaneye kaldırıldı ve yaklaşık üç saat sonra öldü."

Babası, küçük Muna için "O tabii ki şehit oldu, çünkü o suçsuzdu, hiçbir şey yapmamıştı, sadece şeker almaya gitmişti" diyor. Filistinliler, her ne sebep ve şekille olursa olsun, İsrailliler tarafından öldürülen herkesi "şehit" olarak kabul ediyorlar. Filistin'de, hele Gazze Şeridi'nde şehidi olmayan aile, mahalle, hatta sokak bile yok. Tabak ailesinin evinin duvarı da o semtten çıkan şehitlerin afişleriyle kaplı. Bunlardan birinde de 10 yaşındaki Muna, üstünde asker elbisesi, elinde tüfek gülümsüyor. Önce fotomontaj sanıyoruz, ama ağabeyi açıklıyor: "Bizim burada çocuklar stüdyoda bu tür pozlar vermeyi çok severler. Muna da ölümünden iki-üç ay önce bu fotoğrafı çektirmişti."

Bu, Muna'nın "ilk" ve "son" fotoğrafı olmuş. Çünkü Filistinli yoksul Tabak ailesi için fotoğraf çektirmek, ancak evlilik gibi çok önemli durumlara saklanan bir lüks. Bir gün Muna'yı kıramayıp "peki" demeseler, o fotoğraf da çekilmeyecekmiş. Muna, ardında tek bir resmini bırakmadan ölüp gidecekmiş.

Ölümü kanıksıyorlar
2 yaşındaki evin reisi Hamdi'nin, yakındığı yegane konu İkinci İntifada'dan sonra İsrail'deki işini kaybetmesi ve işsiz kalmasıydı. "Durumumuz çok kötü, işimiz Allah'a kaldı" diye konuşuyordu.

Görüşmemiz boyunca Tabak ailesinin hiçbir ferdinin ağladığına, hatta gözlerinin dolduğuna da tanık olmadık. Çünkü ölüm, İsraillilere ne kadar yabancı ve uzak bir kavramsa Filistinlilere de o kadar yakın ve sıcak.

Haber: Ruşen Çakır

Fotoğraf: İlker Akgüngör

Kaynak: Vatan Gazetesi