Bir Çin atasözü; “Bir yıl
sonrasını düşünüyorsan buğday ek; on yıl sonrasını düşünüyorsan
ağaç dik; yüz yıl sonrasını düşünüyorsan adam yetiştir.”
Diyerek gelecek nesillerin önemine işaret eder. Günümüzde nesil
denildiğinde ise akla tek bir kuşak geliyor; z kuşağı. Öncelikle z
kuşağı” kavramının yerli olmadığını, 2012 yılında, ABD’li bir
on-line platformun gelecek neslin adını seçmek için düzenlediği bir
yarışmada en çok önerilen isim olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Alfabenin son harfiyle zaten
ötekileştirdiğimiz bu nesil, kendine has özellikleri ile birçok
mecrada ve neredeyse her seçim döneminde sık sık gündeme geliyor.
Fakat gündem olma durumu ve onları anlama isteği, sağlıklı
bir gelecek inşası için değil; z kuşağının daha çok tüketmesi,
ekonomik, siyasi ve sosyal olarak daha kullanılabilir bir araç
haline gelmesi için.
Teknolojinin ana aktör olduğu bir
çağda doğduklarını kabul etsek de, şu an yaşanan durum, onların
dijital bir çağda doğdukları ile açıklanacak kadar basit ve
yüzeysel değil. Ben odaklı kişiliğin bedene bürünmüş hali olarak
tanımlayabileceğimiz z kuşağının en önemli özelliği, ayartıcı bir
özgüvene sahip olmaları. Toplumu ve geleneği yok sayarak,
toplumsal ölçütlerin uzağında yaşayan z kuşağı; özgürlüğü, özerk
olmayı ana ilke olarak benimsiyor ve dijital araçlarla ana damarına
zerk edilen ‘ben, ben, yine ben…’ ithal aşısıyla kadim
değerlerimize karşı güçlü antikor üretiyor.
Çocuklarımız maalesef uzun ekran
sürelerinin neden olduğu mutsuzluğa rağmen yüz yüze
iletişime çok az ihtiyaç duyuyor. Daha doğrusu yüz yüze
iletişim, onlar için sosyal platformlar vasıtasıyla çevrimiçi
gerçekleşecek kadar basit ve önemsiz. Her şeyi olduğu
gibi kabullenmenin acıtmadığı pasif bir edilgenlik içinde fakat
karar verici bir pozisyonda olmak gibi paradoksal isteklere sahip
olduklarının farkında değiller.
Z kuşağı taşıdığı dijital barkodla
ve sahip olduğu “ben odaklılıkla” varlığını sürdürmeye devam
ederken biz, ben odaklılığın iyi bir şey olmadığını tartışmayı
çoktan bıraktık. Onu içselleştirmeye, normal hatta faydalı görmeye
başladık. Bu aşamadan sonra kendimizle barışık olmamızı sağlayan
manevi duygularımızın yerini içi boş duygu ve kavramlar istila
etti. Aynı zaman diliminde yaşayanların aynı dili konuşamamasını
ise kimse garipsemedi.
Bize yakışmayanı, herkesten
daha çok kendimize yakıştırdığımızdan beri büyük "kişilik
zelzeleleri" yaşadık. Dolayısıyla gelecek tasavvurumuzu, İslam’a,
ahlaka ve edebe dayanan kadim geleneğimizden değil; yeni kuşakların
yeni normalleştirmelerine göre imar etmeye kalktık. Oysaki kâmil
insan olmanın yolları bir sırra büründürülmemişti ve söylenildiği
gibi; hiç bir insan hakikâtı görmek istemeyen kadar kör olamazdı.
Fakat ithal çimentolu "ben" dünyasının manevi
körleri boş durmadı ve gelecek nesillere ayartıcı
bir özgüvenle var olabilecekleri dünya vaat ederek yokluğun
kapısını ardına kadar açtı.