İnsanlık tarihine baktığımızda
ağacın, dolayısı ile tabiatın mütevazı olmayan geniş, kutsal ve
mümtaz bir yere sahip olduğunu görürüz. Ağaçlar, Kur’an’da ve
hadislerde de sembol ve eğretileme olarak çokça zikredilir. İlk
insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın meyve bahsinden İlahi imtihana
tabi tutulması, Kur’ân-ı Kerim’de zeytin ve hurma ağacı örnekleri
üzerinden nimetlerin farkına varılmasının emredilmesi,
Peygamberimizin (s.a.s) ağaçlarla ilgili hadisleri, bunun birkaç
örneğidir. İlahi buyruğun idrak edilmesi için bu şekilde örnekler
verilmesi, tefekkür ve düşünme melekelerinin tabiatla geliştirilmek
istenmesi ve şükrün eda edilmesi mesabesinde bakıldığında tabiata
ayrıca bir kutsallık atfedildiği de açıkça anlaşılır.
Kalbi, dünyadan arındırmanın bir
yolu olan tasavvufta da tohum-ağaç sembolizmi önemli bir yer
edinmiştir. Tohum, öz olarak tüm ağacın bilgisini içinde
barındırır. Buna rağmen her türlü gösterişten uzak kalıp
tevazu göstererek başını toprağın altına gömmeden asla tekâmül
edemez. Bir bakıma kendini yok etmeden var
olamaz ve ancak hazır olduğunda ab-ı hayat suyu ona
bahşedilir. Bu diriliş muştusu ile beraber, sabırlı ve alçakgönüllü
olmanın meyveleri de birer birer olgunlaşmaya başlar. Akabinde,
tohum kabına sığamaz olur; filizlenir, gövde oluşur, dal-budak
verir. Güneşin, rüzgârın, yağmur ve soğuğun tedrisatından geçer,
her biri ile sıkı dost olur. Nihayetinde meyve verecek konuma
yükselir.
Meyve; güneşe, gölgeye, soğuğa,
sıcağa göre lezzetlenir, yanar ya da çürür. Çürüyen meyve,
yanındakini de çürütür. Lezzet nimetine kavuşan meyvede ise tohum
ile aynı özü içeren çekirdek var edilir. Fiziken bir olan tohum
çokluk seferine başlar. Ham meyve, dalına daha bir sıkı
tutunur; olgunlaşmış meyve ise pamuk ipliğinde huzura
erer. İşte bu meyve, tüm heyecanı yeniden toprağa dönmek,
yeşermek olan insan-ı kâmildir. Tasavvufta ulaşılmaya çalışılan
merhale de budur.
***
İnsanın tabiatla olan ilişkisi,
tefekkürden tahrifata doğru meyletse de bu münasebet -tabiatın tek
taraflı himmeti ile- günümüze kadar devam edegelir ve tabiatı
okuyamamak, şehir tarafından alıkonulmuş günümüz insanı için en
büyük açmaz halini alır.
Hayatın debdebesi fark ettirmese de
gün gibi aşikâr olan bu açmaz, dini, ekonomik ve sosyal birçok
problemin nedenini oluşturur. İnsanın, tabiatla arasında
köprü olması gereken şehirler, bir anda yapay duvarlarla örülü
mabetlere dönüşür. İnsanın farkına dahi varamadığı bu
dönüşüm, şehirleri, yaşanan paradoksun gizli öznesi haline getirir.
Şehrin, tabiatla insanın ilişkisini kesen giyotine
dönüşümü, insanı, insana yabancılaştıran ve ‘tabiatı tahakkümü
altına alan şehir insanı’ eliyle gerçekleşir. Bu veçhe ile
baktığımızda, içtimai hayatta en çok ihtiyaç duyuyor olduğumuz;
hoşgörü, merhamet, tevazu, sabır, diğerkâmlık gibi hasletlerden
neden mahrum kaldığımızı da görmüş oluyoruz.
Dolayısı ile başımızı ve
bakışımızı insan elinin ürettiklerinden ziyade tabiata çevirmezsek
problem yaşıyoruz. Kibriyle göğe uzanan kavak ağacının
gürültüsüne kulak kabartınca, meyve dolu ağacın toprağa uzanan
ellerini fark edemiyor, dolayısı ile insan ve kibrin aynı
bedende/cümlede bulunamayacağını idrak edemiyoruz. Bir üzüm dalının
tutunabilmek için verdiği uğraşı, yönelişi, sabrı ve ancak sağlam
bir yere tutunduktan sonra meyveye durmasındaki hikmeti göremeyince
içtimai hayatta sorunlar yaşayabiliyoruz. Sürekli
ürettiğimiz, ancak tüketmek için o kadar hevesli olmadığımız
mazeretlerimizi; en sarp kayalıklarda filizlenen incir çekirdeğine
bakarak, bertaraf edemiyoruz.
Velhasıl kelam; tabiatı
okuyamadığımız için kendi hikâyemizi yarım bırakıyoruz.