Hemen her şeyin alınıp
satılabileceği düşüncesinden neşvü nema eden sömürge formları,
çeşit çeşit endüstriler oluşturmak zorundaydı, oluşturdu da. Duyum
ve algı teorisi bağlamında güzelliğin ne olduğunu araştırma
çabasında olan estetik de bu endüstrinin çarklarından sadece biri.
Fakat diğer düşünsel kavramlar gibi varlığını ve devamlılığını
sağlamak için çaba harcaması dikkatleri cezbetmiyor.
Dikkate değer olan, estetik üzerinden tanımlanan güzellik
kavramının -pazarlanabilir hale getirilmesi için- öznel duygulardan
daha çok aklın nesnel kıstaslarına bağlanmak isteniyor
olması. Çünkü ancak bunun başarılması durumunda ‘güzel’
olma/bulma hali insan tarafından değil, küresel hegemonya
tarafından belirlenip pazarlanabilir.
Hal böyle olunca, tabiat/eşya
münasebetimiz gibi içtimai ilişkilerimiz de göze indirilen estetik
perde üzerinden şekillendirilmeye ve kontrol edilmeye başlandı. Bu
çabanın gereklilikleri, mutlak hâkim olma iddia ve arzusundaki
insan tarafından görülmemiş bir güdülenme ile yerine getirildi.
Kendinde mündemiç olan ve Yaratıcı tarafından atfedilen
kutsallığı/güzelliği idrak edemeyen insan, eşyayı, tabiatı, hatta
kendini dahi tahakküm altına alma cüreti gösterirken, şahsını,
tarafı olmadığı bir savaşın içerisinde buldu.
Estetik adı altında yalpalayan
insanoğlunun ortasında kaldığı bu savaşın derin izlerini, tek
tipleştirilen tabiat ve eşya öğelerinde ve hatta insanın kendi
suretinde ayan beyan görmek mümkün: Bodur formlu ve istenilen
şeklin verilebildiği ağaçlar, kuaförden çıkmış gibi biçilen; otlar,
çiçekler, çalılıklar, hatta kalıba konulmuş meyveler… Hayvanat
bahçelerinde, sirklerde ve Afrika’da yalnızca hâkimiyet
iddiasındaki insanın istediği zamanda ve şartlarda yemeğini yiyen,
üreyen, komutla hareket eden, popülasyonu belirlenen
hayvanlar...
Küresel ve akli kıstasların
geçerlilik kazanması ile beraber, güzellik anlayışının insanlar üzerindeki tahrifatı da devasa
boyutlara ulaştı. Birbirinin neredeyse tıpkısı insanlar var
artık ve ilginçtir ki biz bunu yadsımıyoruz. Tıpkı eşyaların çokluğu ile övünen ve bu
çokluğun miktarınca kendini anlamlandıran, konumlandıran, sosyal
statüsünü belirleyen insanları yadsımadığımız gibi.
Bu tavrı ile ambalajını
güzelleştirme çabasında olan ve eşya içerisinde kaybolan insan,
yaratılış formundan ve amacından uzaklaştığından bihaber.
Kişiyi, kendine dahi yabancılaştıran bu uzaklaşma eylemin
oluşturduğu tahrifat insanı, Anadolu topraklarında filizlenmeyen
düşünce tohumlarının ekildiği bağ-bahçenin rençperi haline de
getirdi. Bu nedenle düşünce tarihine baktığımızda tarihin
izm’ler hurdalığına döndüğünü ve burada yapılan tamir-tadilat ile
yeni kavramlar icat edildiğini görebiliyoruz. Bu aslında
bir sonuç, çünkü denemenin doğruya götüreceğine değil; yanılmanın
insani bir haslet olduğuna inanıyoruz.
Gözden kaçırdığımız onca husustan
en önemlisi şu; küresel sistemin dayattığı estetik algısı
üzerinden güzeli-çirkini tanımladığımızda ne kendimizle ne eşya ile
ne de tabiatla anlaşabiliyoruz. Uzlaşmaz tavrımızla
beraber dış görünüşümüzü en önemli mefkûre haline getirdiğimizde
ise kullanışlı, sevimli ve estetik bir emtia olarak görülmekten öte
gidemiyoruz. Nasıl ki ambalajlar, ruhu karartan insan
amellerini gizlemek için şaşaalı olmak zorunda ise, zihnimizin ve
kalbimizin cümle kapısında da aynı zorunlulukla Lokman Hekim’in şu
uyarısı yer almalı; “Ey Oğul! İçini dışından daha çok süsle:
İçin Hakk’ın, dışın halkın baktığı yerdir.”