Ortadoğu’nun kalbi yine alarm veriyor.
İsrail, bu kez Şam’daki Genelkurmay Başkanlığı karargahının
kapısına füze indirdi. Cumhurbaşkanlığı yerleşkesine bile "askeri
hedef" bahanesiyle saldırı düzenledi. Üstelik bunu da açık açık
itiraf etti.
Gerekçe mi?
Süveyda’daki olaylar. Yani Suriye içindeki Dürzi
hareketliliği.
Bakın, İsrail ne yaptı?
Dürzilerin hareketliliğini bahane etti, Şam’a saldırdı, Golan
sınırında askeri yığınak yaptı, İHA’larla konvoy vurdu, 6 Suriye
askeri öldü. Ve tüm bunları “siyasi kademenin talimatı” diyerek
açıkladı.
Net mesaj şu: İsrail bölgedeki her gelişmeyi “kendi
güvenliği” için meşru görüyor.
Peki ya biz? İsrail’in “saldırgan tutumu kınıyoruz” yeter mi?
Yetmez … Bu mesele sadece Suriye meselesi değil. Bu, artık sınır
güvenliği meselesi. Türkiye’nin etrafında bir terör kuşağı
oluşturulurken, şimdi bir de İsrail’den gelen füze kuşağı
ekleniyor. Bunu görmezden gelemeyiz. Unutmayalım: Bugün Şam
vuruluyorsa,
Yarın Halep...
Sonra Kamışlı...
Sonra belki Tel Abyad, belki Ayn el Arap...
Ve bir bakmışsınız füzeler sınırımızın dibinde.
İsrail’in Ortadoğu haritasını masa başında yeniden çizme çabası,
artık sadece bir teori değil. Eylemde.
Ve önemli bir not:
Bu saldırılarla en çok kazanan kim?
Tabi ki terör örgütleri.
PKK seviniyor, DEAŞ gülümsüyor, İran yıpranıyor, İsrail’de
palazlanıyor.
Silahı Bırakmak Yetmez, Hesap da Verilecek
Ankara kulislerinde tuhaf bir sessizlik dolaşıyor.
Sessizliğin içinde cümle cümle büyüyen bazı söylentiler var. “PKK
silah bırakmak istiyor da tamam bıraktı da”
“Devlet de süreci kolaylaştıracak özel bir düzenleme
hazırlığında.”
“Genel af değil ama özel bir yasal çerçeve olabilir.”
Gibi gibi…
Açık açık mertçe söyleyemediklerini fısıltıyla yayıyorlar.
Cümleler yumuşak, ama sonuç sert.
Zira mesele şudur:
Eğer teröre bulaşmış bir kişi, hiçbir hesap vermeden
topluma dönecekse, o toplumda vicdan denen şey infilak
eder.
PKK silah bıraksın?
Elbette bıraksın.
Bu millet 40 yıldır bu yükü omuzunda taşıyor. Ama silah bırakmak
bir marifet değildir.
Devletin güvenlik güçlerinin azmi, milletin desteği ve topyekûn
mücadelenin sonucudur.
O yüzden kimse “silah bıraktık” diye madalya beklemesin. Silah
bırakmak yetmez.
Alınan her bir canın hesabı hukuk önünde
verilmelidir.
Bu millet şefkatli bir millettir.
Hatalı olanla kastî suç işleyeni ayırt eder.
Pişman olanla fırsat kollayanı birbirinden ayırır. Ama bu milletin
bir de adalet terazisi vardır. O terazi bozulursa… Hangi
“normalleşme” bunu onarabilir ki? Hangi siyasi diyalog, bir annenin
toprağa verdiği evladını geri getirebilir ki? Bazıları etiket
yapıştırmaya hazır.
"Barış karşıtı", "çözüm istemeyen"... HAYIR. Tabi
ki HAYIR. En çok istediğim barış. Ve barış en çok bu ülkenin
annelerinin hakkıdır.
Ama o barış, adaletin gölgesinde büyür. Cezasızlıkla değil.
Unutarak değil.
Görmezden gelerek hiç değil. Devletin kudreti, hatırlama ve
hatırlatma gücüdür. Bu yüzden sorumluluğu olanlar şunu bilmelidir:
Eğer bir “yasal düzenleme” gündeme gelecekse... Eğer bir “hukuki
çerçeve” çizilecekse... İlk madde şudur:
Bu milletin vicdanı rıza göstermedikçe, o düzenleme kadük
kalır.
Çünkü bizler… Eren Bülbül’ü, Aybüke öğretmeni, Yasin Börü’yü, 15
Temmuz’da şehit olan 252 canımızı, hain FETÖ örgütünü
ve daha adını bile bilmediğimiz binlerce vatan evladını
unutmuyoruz.
Ve unutmamamız gereken bir şey daha var:
Silahı bırakmak yetmez.
Hesap da verilecek.
Ancak o zaman adalet olur.
Ancak o zaman barış gerçek olur.