Samimiyet, etimolojik olarak
ṣamīm kökünden türemiş ve "bir şeyin en iç kısmı, öz,
ilik" sözcüklerinin nispet hali olarak ortaya çıkmıştır. Bizce ise
samimiyetin kökü de, kök saldığı yer de insandır. Diğer bir
deyişle insan, samimiyetin yurdudur.
Buna rağmen samimiyet, her
insanı yurt yapacak kadar cömert olmadığı gibi, her insanın hak
edeceği ve hakkıyla taşıyabileceği bir haslet de değildir.
Fakat samimiyet, kâmil insana ulaşmada bir merhale olarak
belirlenebilirse, ona ulaşma çabasında ‘ne kadar’ mücadele edildiği
kadar ‘nasıl’ mücadele edildiği de önem kazanmaya başlar.
İnsanların, -ilginç bir şekilde-
doğru ve güzel olandan birbirlerini alıkoyma derecesine varan
yozlaşması, samimi olmanın önüne koca bir duvar örüyor. Bu duvarı
aşmak için ihtiyacımız olanlar, önceliklerimiz içerisinde önemli
bir husus haline gelirken, hayatımız bu önceliklerin
kazandıracakları ve kaybettirecekleri ile orantılı olarak yön
alıyor. Ne verip ne almak istediğimiz, baktığımız yerle ve o yerde
görmeyi istediklerimiz ile yakından ilişkili, fakat
‘istemek’ fiili, içerisinde ‘mücadele’ kelimesi geçmeyen ve
dua ile desteklenmeyen cümlelerde bir anlam ifade etmeyecek kadar
edilgen ve kırılgan.
Dünyanın yaşanabilir bir yer
olmamasının müsebbibinin insan olduğunu bildiğimiz halde ve samimi
olmaya kendimizden başlama cesareti göstersek bile; ikiyüzlülük,
bencillik, hırs, öfke ve gönlü nahoş edecek her şeyden vazgeçmemiz
gerekirken, en başta samimiyetimizden ve doğallığımızdan vaz
geçtiğimizi, kendimize itiraf edemiyoruz.
Doğalın yerini sahte
imajlar doldurmaya başladığı andan itibaren, samimiyet de yerinden
yurdundan göç ediyor ve ilişkilerimizde problem yaşamaya
başlıyoruz. Farkındayız; günümüz dünyası doğal olmayanı
hayatımızdan çıkarmamıza müsaade etmeyecek kadar materyalist. Bu
nedenle modern insanın fiziki imkânlara kavuşması, manasız bir
sevincin konusu olurken; samimiyetin sessizce insan yurdundan firar
etmesi dikkatleri cezbetmiyor.
Hal böyle olunca, bir gönlü
kırmak istediğimizde bahane bulmakta zorlanmıyoruz; ‘seviyorum’
derken gözümüzü kaçıracak pek çok yer buluyor, dostluk
ilişkilerimizde bir tüccara dönüşüyoruz; dertleşecek bir dost
kapımıza geldiğinde işimiz başımızdan aşıyor, sonuç olarak
kalbimizle dilimiz bir türlü aynı mekânda buluşamıyor.
Dolayısı ile samimiyeti bir kenara
bırakıp, bardağın hep dolu tarafını görme temayülü olan çıkarcılığı
ve faydacılığı, içtimai hayatımızın başköşesine koyduğumuzda,
dünyaya bakışımız iktisattan öteye geçemiyor. İktisat ise düzene
uymayı meşrulaştırıyor.
Bu zor mekanda,
yaratıcısının rızasını almak ve yaratılanın gönlünü hoş etmek
isteyen insan, kendi cebini hoş etme alışkanlığına tövbe etmenin
cesaretini ve iradesini arıyor. Bunu başardığı takdirde samimiyetin
önündeki duvar yıkılacak ve artık hayatına fotojenik insan olarak
değil, samimi insan olarak devam edecek.