Herkes samimi olduğunda, kimse fotojenik olamayacak!

Murat Cahid Kuvvet muratcahid@hotmail.com

Samimiyet, etimolojik olarak ṣamīm  kökünden türemiş ve "bir şeyin en iç kısmı, öz, ilik" sözcüklerinin nispet hali olarak ortaya çıkmıştır. Bizce ise samimiyetin kökü de, kök saldığı yer de insandır. Diğer bir deyişle insan, samimiyetin yurdudur.

Buna rağmen samimiyet, her insanı yurt yapacak kadar cömert olmadığı gibi, her insanın hak edeceği ve hakkıyla taşıyabileceği bir haslet de değildir. Fakat samimiyet, kâmil insana ulaşmada bir merhale olarak belirlenebilirse, ona ulaşma çabasında ‘ne kadar’ mücadele edildiği kadar ‘nasıl’ mücadele edildiği de önem kazanmaya başlar.

İnsanların, -ilginç bir şekilde- doğru ve güzel olandan birbirlerini alıkoyma derecesine varan yozlaşması, samimi olmanın önüne koca bir duvar örüyor. Bu duvarı aşmak için ihtiyacımız olanlar, önceliklerimiz içerisinde önemli bir husus haline gelirken, hayatımız bu önceliklerin kazandıracakları ve kaybettirecekleri ile orantılı olarak yön alıyor. Ne verip ne almak istediğimiz, baktığımız yerle ve o yerde görmeyi istediklerimiz ile yakından ilişkili, fakat ‘istemek’ fiili, içerisinde ‘mücadele’ kelimesi geçmeyen ve dua ile desteklenmeyen cümlelerde bir anlam ifade etmeyecek kadar edilgen ve kırılgan.

Dünyanın yaşanabilir bir yer olmamasının müsebbibinin insan olduğunu bildiğimiz halde ve samimi olmaya kendimizden başlama cesareti göstersek bile; ikiyüzlülük, bencillik, hırs, öfke ve gönlü nahoş edecek her şeyden vazgeçmemiz gerekirken, en başta samimiyetimizden ve doğallığımızdan vaz geçtiğimizi, kendimize itiraf edemiyoruz.

Doğalın yerini sahte imajlar doldurmaya başladığı andan itibaren, samimiyet de yerinden yurdundan göç ediyor ve ilişkilerimizde problem yaşamaya başlıyoruz. Farkındayız; günümüz dünyası doğal olmayanı hayatımızdan çıkarmamıza müsaade etmeyecek kadar materyalist. Bu nedenle modern insanın fiziki imkânlara kavuşması, manasız bir sevincin konusu olurken; samimiyetin sessizce insan yurdundan firar etmesi dikkatleri cezbetmiyor.  

Hal böyle olunca, bir gönlü kırmak istediğimizde bahane bulmakta zorlanmıyoruz; ‘seviyorum’ derken gözümüzü kaçıracak pek çok yer buluyor, dostluk ilişkilerimizde bir tüccara dönüşüyoruz; dertleşecek bir dost kapımıza geldiğinde işimiz başımızdan aşıyor, sonuç olarak kalbimizle dilimiz bir türlü aynı mekânda buluşamıyor.

Dolayısı ile samimiyeti bir kenara bırakıp, bardağın hep dolu tarafını görme temayülü olan çıkarcılığı ve faydacılığı, içtimai hayatımızın başköşesine koyduğumuzda, dünyaya bakışımız iktisattan öteye geçemiyor. İktisat ise düzene uymayı meşrulaştırıyor.

Bu zor mekanda, yaratıcısının rızasını almak ve yaratılanın gönlünü hoş etmek isteyen insan, kendi cebini hoş etme alışkanlığına tövbe etmenin cesaretini ve iradesini arıyor. Bunu başardığı takdirde samimiyetin önündeki duvar yıkılacak ve artık hayatına fotojenik insan olarak değil, samimi insan olarak devam edecek.