İnsan, sahip olduğu karmaşık
yapısıyla diğer türlerden keskin bir şekilde ayrılır ve bu olumsuz
gibi görünen özelliği sayesinde binlerce yıldır güçlü bir şekilde
varlığını sürdürür. Karmaşık yapısını muhafaza ederek varlığını
sürdürmek istemesinin nedeni çözümlenmenin, basit parçalara
ayrılmanın insanın değersizleşmesine neden olacağına dair
inancıdır. Sonuç olarak dünya, insana dair bir ikilem
etrafında döner; anlaşılmak ya da anlaşılmamak!
İnsan anlaşılmak istediğinde bu
isteğini konuşmadan dahi yerine getirebilir, fakat anlaşılmak
istemediğinde ne kelimeler ne de başka bir şey insanın anlaşılması
için yeterli olmaz. Anlaşılmak istemeyen insanı anlamak için ne
kadar çaba gösterirseniz gösterin alacağınız cevap hep “Beni
anlamıyorsun!” olacaktır. Bu aşamada Mevlana Celaleddin-i
Rûmî’ye atfedilen o enfes cümle yüreğinize su serpebilir;
“Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı
kadardır.” Peki, “Seni anlıyorum.” diyenlerin
bunu bizi
rahatlatmak için söylediklerini ve esasen bizi anlamadıklarını
bildiğimiz halde onların bu sözü neden bizi mutlu ediyor? Çünkü
karşı taraf anladığını zannederken biz de anlaşıldığımızı
zannediyoruz. İlişkilerimizi zanlar üzerine inşa
ediyoruz.
İnsan, duygularını gizlemek
suretiyle anlaşılır olmak istemediğini hal dili ile söylerken aynı
zamanda sağlıklı bir şekilde hayatını devam ettirmek istemediğini
de ima etmiş olur. Çünkü insan duygularını ifade edebileceği bir
hayat sürebildiğinde -modern psikiyatriye göre- birçok psikolojik
hatta bedensel hastalıktan dahi kendini koruyabileceği söylenir.
İfade edilebilen duygular bu nedenle hem sağlıklı bir
hayatın hem de anlaşılmanın ilk adımlarından birini
oluşturur.
***
Dr. Fatma Barbarosoğlu, geçtiğimiz
günlerde yayınladığı köşe yazısında; “İçinde bulunduğumuz çağ,
her şeyin rakamlar ve görüntüler üzerinden ölçüldüğü bir performans
çağı.” diyerek ilave etti : “Sanal âlem sağır bir
kalabalıktır.”
Bugün maalesef gerçek
hayattan daha çok sanal âlemdeki varlığımızla, kimliğimizle
hayatımızın yönünü, seyrini, başarısını ve başarısızlığını
belirliyoruz. Orada beğenilenleri biz de beğeniyor, oraya
tüketilmek üzere konulmuş, dramatize edilmiş bir konuya üzülüp,
tepkimizi dile getiriyoruz. Yaptığımız işin izlenebilirlik ve
beğeni potansiyeli düşükse yaptığımız iş de biz de yok sayılıyoruz.
Çünkü üretilenlerin ve yapılanların performansını, beğenilmiş
görüntüler ve reklamla abartılmış rakamlar belirliyor.
Farkında değiliz belki ama herkesin
üzüldüğüne üzülüyor herkesin beğendiğini biz de beğeniyoruz.
Üstelik bizi mutlu eden ya da üzen bu durumlara gösterdiğimiz
tepkiler saniyelerle ölçülecek kadar anlık. Kim bilir,
belki de bu yüzden sosyal medyayı seviyor; bir dostun gözlerinden
daha çok onunla vaktimizi geçiriyoruz.
Kendi yıkımımızı gerçekleştirirken,
sosyal medya ile hayatımıza her gün daha çok nüfuz eden “akış”
kavramının tüm değerlerimizi bir sel gibi alıp uzaklara götürdüğüne
şahitlik edebiliyoruz. Peki, esasen akıp giden ne? Hayatın ve
insanın kendisi. Bu durumda kendini akışa kaptıran insanın
yaptığı tek bir şey var; çok sıkıldığında akışı yenilemek ve
tamamen bambaşka bir sayfa açmak. Fakat hayat böyle bir şey
değildir; bazı acılar insana yapışır ya da bazı sevinçler kursakta
kalabilir.
Bu nedenle, bir dosttan
daha çok topluluğun beğenilerine, rakamlarına inanıyorsak, bir
dostun yüreğinde değil sahte bir dünyada kendimize mekân arıyorsak
ve hayatın içinde yoğrulması, mayalanması gerekenler alelade bir
akış içerisinde gözden kayboluyorsa, hayatı değil akışı yaşıyoruz
demektir.