Yayıncılık zor zanaat…
Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranırsın.
Kadir Mısıroğlu’yu ağırlarsın,
ne kadar Kemalist varsa söver, sayar.
Altemur Kılıç’ı yayına
alırsın, ne kadar anti Kemalist varsa küfreder.
Şerefine düşkün ne kadar insan varsa, senin
şerefine göz koyar!
Annesine düşkün ne kadar evlat varsa, annene
dil uzatır.
Kendi işinde ne kadar ilkeli çalışan varsa,
seni yalaka ilan eder.
Bu, aynı zamanda işini doğru yaptığının da bir
emaresidir aslında…
Ama seyirciye anlatamazsın.
Ben de yazmayı deneyeceğim.
Yayıncılıktan anladığım, kamuoyunu haberdar
etmek ve haberdar edilen konularla ilgili kanaat oluşturmasına
destek vermektir.
Bu destek “O da var, bu da var;
hangisini seçersen Ey seyirci!” demekten başka bir şey
değildir.
Aksi gazetecilik değil,
misyonerliktir.
Moderatörün, sunucunun olaylara ilişkin bir
kanaati yok mudur?
Elbette ki vardır.
Buna rağmen ekranda “yansız” durmak, konuğa
saygısızlık etmeden seyirci adına soru sormak, bu işin
namusudur.
Medyanın, medya mensubunun görevi “yurtta ve
dünyada yaşanan gelişmeleri” aktarmak ve
yorumla(t)maktır.
Gazete, haberini manşetinden yorumunu
köşesinden verir; vermelidir.
Sunucu konuğa soru sorar, kendi kanaatini başka
platformlarda anlatır; anlatmalıdır.
Bu böyle midir; Türkiye’de bu işler böyle mi
yürümektedir?
Herkesin cevabı kendine…
“Tek ses” körlerle sağırların dans
müziğidir.
Memlekette herkes hoşuna gideni duymak
istiyor.
“Tek ses” düşüncenin güvesidir; yer,
bitirir.
“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan
doğar” der Namık Kemal; ne de güzel söyler. (Fikirlerin
çarpışmasından hakikat güneşi doğar.)
Düşünün…
Bir yayın kuruluşunun tüm birimleri, sunucusu,
muhabiri, köşe yazarı, yorumcusu, konuğu ile “yurttan sesler”
veriyor.
Bu nedir?
Amigoluktur; coşar ve coşturursun!
Bunu yapan yok mudur?
Çoktur.
Peki, çokluklarına rağmen neden
yoktur?
Çünkü yayın sandıkları, kuru gürültüdür,
rüzgârdır.
Eser, geçerler.
Demem o ki “Sayın Seyirciler!”;
bilgi, merakın yavrusudur bizlerde bu
yavruların ebesi…