İnsanlığın en eski hikâyelerinden
biri olan Kabil ve Habil’in hikâyesinin, o zamanlar henüz adı
konulmamış olsa da bir nevi nefret emaresi taşıdığı söylenir. Her
seferinde insanın içinde ayrık otu gibi yeniden bitiveren nefret,
kontrol edilebilir olsa da yok edilmesi oldukça zor.
Nefret, insanın sınırları ile
ilgilidir. Sınırlar, insanın kendini bilmesinin ana gerekçesidir;
Din, tasavvuf, felsefe ve sosyal bilimlerde oldukça önemli bir
başlangıç noktasıdır. Bu nedenle sınırları bilmek, yalnızca
kişisel gelişim seminerlerinde ya da popüler kültür endüstrisi
ürünlerinde hızlıca tüketilecek kadar önemsiz bir şey
değildir. Çünkü sınırları bilmek, insanı sırlara vakıf
olmaya götüren bir yolculuğun anahtarıdır.
Tahammül etmenin sınırları aşılınca
ve yaşadıklarımıza veya onları yaşatanlara gücümüzün yetmeyeceğini
anladığımızda, nefret en baskın duygu olarak kalbi kemirmeye
başlar. Kalbî aklın yok olmaya başlaması, Moğol saldırıları sonrası
Bağdat Kütüphanelerinin durumuna benzer.
Günümüzü anlayabilmek için
sosyal medyaya, televizyona, gazetelere hatta insanların yüzlerine,
nereye bakarsak bakalım, nefretin tahakkümünü açıkça görebilmemiz
mümkün. Nefret, kimi
zaman bir hayvana, bir eşyaya ya da tabiata; kimi zaman kelimelere,
başka bir kimseye, hatta kişinin kendisine dahi hissedebileceği
yaygın bir çağ hastalığı haline geldi.
İnsanın, aynı menzile doğru yol alan başka bir
insandan nefret etmesi, yaşadıklarının şiddeti ve frekansı ile
ilgilidir.
Peki, insanın kendisinden nefret
etmesi?
İnsan kabullenemediklerine nefret
duyma eğilimindedir. Ağır psikolojik hastalıkları saymazsak,
kişinin kendisini kabul etmemesi ve kendisinden nefret etmesi,
korkutucu olmakla beraber yaşadığımız yüzyıldaki yaygınlığı bu güne
kadar görülmüş bir şey değildir.
Yaşıyor olduğumuz bu trajedi, Yunus
Emre’yi anlayamamanın bir tezahürü müdür, bilinmez. Fakat O;
“Elif okuduk
ötürü,
Pazar eyledik
götürü,
Yaratılmışı hoş
gördük,
Yaratandan
ötürü” demişti.
***
Avrupa ve dünyanın çeşitli
devletleri, nefret suçlarının engellenmesi için kamusal alan olarak
belirlenen; televizyon, sosyal medya ve genel olarak internet için
çalışmalar yürütüyor. ‘Çalışmaların başlangıç yeri bu mecralar mı,
yoksa insanın kendisi mi olmalı’ ve 'nereden başlamalı'
sorularının cevabı aslında net.
Nefret insanın içindeyken
insana zarar verir, fakat dışarıya yansıması hem insanı hem toplumu
dehşete düşürücü sonuçlar doğurur. 2011 yılında Norveç’te
77 genci öldüren, Anders B. Breivik ya da 2019’da Yeni
Zelanda'da 51 Müslümanı şehit eden Brenton Tarrant, nefretin dışarı
yansımasının korkunç ve somut örneklerinden sadece ikisiydi.
Fakat yalnızca fiziki ölümün değil,
insanın ruhen ölümünün faili de nefret olabilir. Mesela kucağındaki
çocukla çaresizce sınıra doğru koşan göçmen bir anneye, kendisi de
bir anne olan Avrupalı gazeteci tarafından atılan öldürücü (!)
tekme gibi.
Eşya, tabiat, kurumlar, insan ya da
toplum... Neyden nefret edersek edelim bilmemiz gereken şu; nefret
etmek, nefret duymamızın nedenlerini ortadan kaldırmayacak ve
mutlak haklı olduğumuzun bir göstergesi asla olmayacak.
Fakat şunu biliyoruz ki nefret, Türk dizi ve
filmlerinde 'büyük aşkları başlatan işaret fişeği' olarak hayatını
sürdürmeye devam edecek.