Buğdayda Bile Dışa Bağımlıyız

Peki çözüm 100 yıl geriye gitmek mi?

Muhammet Şakiroğlu msakiroglu@gmail.com

Doğrudan mevzuya girelim. Türkiye, ülkeyi besleyen temel tahıl üretiminde ciddi sorunlar yaşıyor ve üretimde dışa bağımlılık giderek artıyor. Özellikle, temel besin ögesi olan buğday ile baklagil üretimindeki düşüş, en ciddi sorun. Bu sorun da yediden yetmişe herkesi rahatsız ediyor. Daha önce bir anlamada ülkenin sayısal üretim karnesini çıkardığım yazının linki ise şurada.

24 Haziran seçim kampanyasının önemli retoriklerinden biri de tarımsal üretimde Türkiye’nin tabir yerindeyse baş aşağı gidişi idi. Tarımın anavatanı olan ve uzun yıllar kendi kendine yetebilen Türkiye’nin özellikle tahıl üretimindeki bu geriye gidişinin herkes farkında. Gerek muhalefet gerekse iktidar bu konuda çok söz söyledi, çok söz verdi. Artık en temel gıda maddemiz olan ekmekte bile başta Rusya olmak üzere dışa bağımlı haldeyiz. Herkes yeniden tarımsal üretimde özellikle de tahıl üretiminde bağımlılıktan kurtulma derdinde. Lakin nasıl yapılacağı konusunda kafalar bir hayli karışık.

İsterseniz bir temel tespit ile başlayalım. Tarımsal üretiminde verimlilik göreceli bir kavramdır ve o günün şartlarında tüm dünyadaki üretim ile beraber değerlendirilmelidir. Türkiye uzun yıllar tarımsal üretimde başarılı ve kendi kendine yetebilen bir ülke konumunda idi. Bu da şu demektir: Üretim becerisi o günlerde kendi çağdaşları ile yarışabilir konumdaydı. Sonra bu yarışta denge rakipler lehine ülkemiz aleyhine hızlı bir şekilde bozulmaya başladı. Bu noktaya kadar herkes hemfikir...

Denge neden bozuldu? Tahıl üreten ve bunu ihraç edecek kadar çok üreten ülkelerin bize göre büyük bir avantajları var. Daha ucuza mal ediyorlar. Bizde ise gıda endüstrisi (makarna, ekmek, pasta vs. üreticileri) daha ucuz olan ülkelerden alma eğiliminde ve gümrükleme prosedürleri üzerinden hükümete baskı uygulayarak çiftçinin aleyhine de olsa buğday ithalatını tercih ediyor. Rekabet edemeyen yerli çiftçi ise kademeli olarak üretimden çekiliyor ve bu tercih uzun vadede artık bir zorunluluk haline geliyor. Bugünkü tablo kabataslak böyle. Bu sistemi tersine çevirmek pek ala mümkün.   Çiftçimizi global pazarda rekabet edebilecek güce kavuşturmak ana hedef.

Bunun için Tarım Bakanlığı’nın yapması gerekenler belli: Üretim maliyetlerini düşürmek, bu sayede çiftçinin buğdayı ucuza mal etmesini sağlamak. Lakin bunu nasıl yapacağı konusunda herkesin aklına sadece mazot fiyatlarını düşürmek geliyor. Tamam devlet mazotu çiftçilere ucuza dağıtsın. Elbette her devlet çiftçisini koruma amacıyla bazı maliyetleri üstlenir ve bunun da yapılması lazım. Ancak, çözümden anlaşılan tek şey devletten eksilterek çiftçiye dağıtmak ise bir şeyleri çok yanlış anlamışız demektir. 

Uzun vadeli çözüm için bundan daha fazlası gerekiyor. O da şu: mevcut tarım pratiklerimiz, yani en temelde çiftçilik şeklimiz, altyapımız ve mantalitemiz oldukça demode. Asıl büyük sorunumuz bu. Herkes tarımsal üretimde eski şanlı günlerin (!) ağıtını yakıyor. Herkes o kusursuz eski tohumların ne kadar kutlu olduğunu sayıklıyor. Halbuki 13-20 milyon nüfusu besleyen tohumlarımıza geriye gidiş sadece romantik bir nostaljiden başka bir şey değil. Çözümün ilk adımı bu lüzumsuz romantizmin terk edilmesi olmalıdır. Üretimi arttırmak için daha dar alanda daha az kaynakla daha yüksek verim veren çeşitlerin geliştirilmesi ve kullanılması zorunludur.

İsterseniz bir yılda 17 milyon tondan fazla buğday ithal ettiğimiz Rusya’dan başlayalım. Daha önceki yazılarımda bir hikayesini de anlattığım Rusların Buğday ithal eden konumdan buğday ihraç eder konuma gelmesi önümüzde bir örnek olarak durmaktadır. Kamu arazilerinin özelleştirilerek etkin kullanımının yanında Rusya’yı bu derece başarılı kılan en temel sebeplerin başında üretimdeki verimlilik gelmektedir. 1997 yılında yaklaşık hektarda 1,5 tonluk buğday üretimi 2017 yazında 2,7 ton civarına kadar yükselmiştir. Yani sadece verim artışı ile maliyette sağlanan düşüş %45 dolayındadır.

Küresel üretim ortalamaları da benzer şekilde yükselme eğilimdedir. 2010 yılında 2,90 ton/hektar olan ortalama üretim, sadece 8 yılda 3,14 ton/hektar’a kadar yükselmiştir. Yani sadece rakiplerimiz değil tüm dünyada verimlilik artmaktadır. Peki, ülkemizde durum nedir: 2000 yılında Hektar başına buğday üretimi yaklaşık ortalama 2,23 ton iken bu artış 2014 yılında ancak çok az bir artış ile yaklaşık 2,46 ton/hektar kadar olmuştur. Yani verimlilikte çok ciddi bir artış söz konusu değildir. Ancak aynı dönemde üretim maliyet kalemleri olan gübre, mazot gibi fiyatlarda ise yaklaşık olarak %338 ile %400 civarında artmıştır.

Toparlayalım, çiftçilerin üretimi rakiplere göre artmadığı gibi maliyetlerinde ciddi bir artış olmuştur. Bu durumda çiftçi üretimden çekilmesin de ne yapsın?

Çözüm yediden yetmişe, solcusundan sağcısına, liberalinden muhafazakarına, gencinden yaşlısına herkesin bir ağızdan şeytanlaştırmakta ısrar ettiği tarım teknolojilerini etkin olarak kullanmaya başlamaktan geçiyor. Ayrıca her şeyin 100 yıl önce güllük gülistanlık olduğu varsayımı da hiçbir ciddiyet taşımıyor. Eğer global şirketler ile ilgili kaygılar varsa yerli şirketler, üniversiteler ve araştırma enstitülerinin hızlıca tohum geliştirmesini teşvik edecek önlemler alınmalıdır. Babaannelerimizin sahip olduğu eski tohumlar genetik zenginlik için paha biçilmez değere sahipler. Ancak, bunların geliştirilmemiş halleri ile toplumu besleyebilecek kapasiteye sahip olduğu yanılgısından acilen vazgeçilmelidir. Her ne kadar bu alanda çalışan tüm akademisyenlerin/araştırma ve geliştirime uzmanlarının bu konuda zihinleri net ise de karar alma mekanizmalarına müdahil ancak alana uzak bir kısım idarecilerimizin bu lüzumsuz romantizmden fazlasıyla etkilendiğine şahit olduğum için bu ikazı bir kere daha yapma ihtiyacı duyuyorum. Çözüm 100 yıl geriye gitmek değildir.  Genetik bilgisi ve teknolojileri büyük bir imkândır ve çözümün doğru adresidir.