İlle 'Hareket Ordusu' mu gelmeli?
"Hareket Ordusu" başlıklı yazısında Hüseyin
Mümtaz, şöyle diyordu:
Türkiye Cumhuriyeti’nin halen ‘’yürürlükte’’ olan
Anayasası’nın, ‘’değiştirilemeyecek’’,
‘’değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek’’ ilk
maddesinden ilki ‘’devletin lâik’’ olduğunu;
üçüncü maddesi ise ‘’ülkesi ve milleti ile bölünmez bir
bütün’’ olduğunu kayıt altına alır.
Geçen hafta Batman’da ‘’Burası Kürdistan, Türkiye
değil’’ avâzeleri ile bu anayasanın üçüncü maddesi; bu
hafta Gül’ün İngiltere’de, Erdoğan’ın da İtalya’da bulunduğu
sıralarda ise Fatih Camii’nin önünde ilk maddesi açıkça ihlâl
edilmiştir.
Bölünmez ülkenin güneydoğusunda üniter yapı, batısında laikliği
ayaklar altına alınmştır.
2 Eylül Cuma günü namazdan sonra Fatih Camii önüne biriken Hizbüt
Tahrir’ciler ‘’Ya Hilafet, ya şeriat’’ sloganları
atmışlar; 25 sayfalık bir metni okuyan ‘’Türkiye Vilayeti Sözcüsü’’
de Atatürk için ‘’Asrın en büyük müciri’’ derken
polis ‘’seyretmiştir’’.
Güvenlik güçlerinin savı, AB uyum yasalarının ellerini kollarını
bağladığı şeklindedir. Benim düşüncem ise göstericilerin
‘’fevkalade müsaadeye mazhar’’ olmadıklarının
ilgililer tarafından âcilen ispatının gerektiği
doğrultusundadır.
Genelkurmay Başkanı da bir süre önce zaten ‘’kısıtlı
yetkiler’’den yakınmıştı.
O halde devam etmekte olan 6 Ekim ve 17 Aralık 2004 ile 3 Ekim 2005
sürecinin ülkenin temeline dinamit koyduğu açıktır.
Erdoğan İtalya’da aynen öyle söyledi:
‘’Türkiye’nin AB’ye katacağı renk çok farklı olacaktır.
Müzakerelere başlayarak bunu zaten göstereceğiz. Fakat bizden hâlâ
bazı şeyler isteme gayreti içinde olanlar varsa, bunlar bir
yanlışın içindedirler. Artık Türkiye’nin vereceği herhangi bir şey
kalmamıştır. Kopenhag siyasi kriterleri ile ilgili ne yapılması
gerekiyorsa hepsi yapılmıştır. 17 Aralık’ta ne istendiyse o da
yapılmıştır. Bundan sonra yapacağımız hiçbir şey
yoktur.’’
Yani ey millet;
1. Bizden hep bir şeyler istediler ve hâlâ bazı şeyler isteme
gayretindeler.
2. Şimdiye kadar ‘’verdik’’ ki artık vereceğimiz
herhangi bir şey kalmamıştır.
3. Kopenhag ve 17 Aralık’ta bizden ne isteniyorsa eksiksiz
yapılmıştır.
Bu; tüyler ürperten, tarihe geçecek bir ‘’itiraf’’
değil midir?
Devam ediyor Erdoğan İtalya yolunda gazetecilerle sohbetinde:
‘’Dil konusunda olsun, ana dilde kursların alınması
konusunda olsun, meydanlarda şarkılar, türküler, oyunlar oynanması
konusunda olsun çalışmalar yapıldı. Şimdi RTÜK yeni bir çalışmanın
içinde. Biz bu gelişmelerden pişman değiliz’’. (Sabah. 3
Eylül 2005. Bülent Aydemir’in Napoli’den haberi.)
Yâni ey millet meydanlarda Kürtçe şarkı, türkü, oyun serbest.
Ama Giresun Valisi Kocatepe Türk halk oyunlarının bazılarını
yasaklıyor.
Daha vahimi; Necdet Sevinç yazdı; Kartal Kaymakamı Dursun Ali
Şahin, İstiklâl Marşımızın ve ‘’varlığım Türk varlığına
armağan olsun’’ ile biten andımızın okullarda
hoparlörlerden yayınlanmasını, ‘’gürültü’’ oluyor
diye yasaklayabiliyor.
Bunu başka kimse yazmadı. Hilafet devleti nidalarını ise Sabah
19’uncu sayfada ‘’Şehrin göbeğinde bir garip
eylem’’ başlığı ile verdi.
Aynı haber Radikal’in 6’ıncı sayfasında; ‘’tam bağımsızlık
ve laik’’ Cumhuriyet’in ilk sayfa eteğinde tek sütun ve
devamı 8’inci sayfasında yer bulabildi.
Avrupa yolunda, İtalya uçağında devam ediyor Erdoğan:
‘’Devletten farklı düşünmüyoruz ama Kürt değilsin, Türksün
dayatması yanlış... Kürt olan vatandaşımıza Kürt değilsin, Türksün
dayatmasını yapmamız yanlıştır. Böyle bir şeyi kabullenmek doğru
değildir. Aynı şey Laz, Gürcü, Çerkez, Abaza, Boşnak, Arnavut için
de geçerlidir.’’ (Bülent Aydemir’in haberi).
Demek Erdoğan ‘’devlet’’in farklı bir
‘’kurum’’ olduğunu, ‘’devlet’’i
temsil etmediğini kabul ediyor.
Erdoğan’ın sosyoloji tahsil etmediğini biliyoruz.
Danışmanları arasında da bildiğimiz kadarıyla sosyoloji okuyan
olmadığı için yaklaşımlar kaçınılmaz olarak ideolojik oluyor ve
vahim yanlışlar içeriyor.
Ve Erdoğan’la anlaşamadığımız nokta da tam işte burası.
‘’Biz’’ sokakta yanımızdan geçen, çarşıda pazarda
rastladığımız ve konuştuğumuz hiç kimsenin etnik kökenini
sorgulamıyoruz.
Onları peşinen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kabul
ediyoruz...
...2005 Eylül’ünde Türkiye bu ahval ve şeraitte iken Başbakan’ın
bir genelge yayınlayarak yurtiçinde karayolu ile yapacağı
seyahatlerde; Vali, Jandarma Komutanı ve Emniyet Müdürü tarafından
‘’il sınırında’’ karşılanmasını istemesi üzerinde
fazla durmuyorum.
Ama aklıma kaçınılmaz bir soru takılıyor.
Yürürlükte olan İller Yasası’na göre dağda eşkıya-terörist peşinde
olması gereken vali, jandarma komutanı ve emniyet müdürü; hem de
üçü birden cepheyi bırakarak bir koşu nasıl inip Başbakan’a refakat
edecekler?
Sonra onca yolu yokuş yukarı nasıl tırmanacaklar?
Aşağı inerken karşı tarafa beyaz mendil sallayıp
‘’mola’’ mı isteyecekler?
İkinci cevap veremediğim soru ise şu.
Missouri’de Katrina Tayfununa bir Türk aile de yakalanmış.
Doğancı ailesi; bölgeye ulaşan Amerikan kurtarma ekipleri önceliği
‘’beyaz Amerikalılara’’ ve ‘’gelişmiş ülke
vatandaşlarına’’ verdiği için hala tahliye edilmemiş,
bırakılmışlar.
1. Böyle davranan Amerika’ya Türk Hükümeti neden yardım teklif
ediyor?
2. Tsunami için taa Maldivlere uçak gönderiliyor da, neden
Doğancı’lar için Missouri’ye gönderilmiyor?
Yaklaşık 100 yıl önce 13 Nisan 1909’da İstanbul’da ‘’Avcı
taburları’’ ve ‘’medreselerde çöreklenmiş asker kaçağı bazı
softalar’’ (‘’Tek Adam’’. Ş. Süreyya Aydemir. Cilt 1. Sayfa 166)
‘’Şeriat isteriz’’ (Sayfa 167) diye
ayaklandılar.
Derhal Selanik’ten bir ‘’Hareket Ordusu’’ hareket
eder, 15 gün sonra İstanbul’a girer ve isyanı bastırır.
100 yıl sonra gene İstanbul’da gene şeriat isteniyor.
Güvenlik güçleri bu sefer seyrediyor.
100 yıl önceki kalkışma İmparatorluğu yıkan sürecin başlangıcı
idi.
Elimizde bir ‘’Cumhuriyet’’ var.
Gidecek başka yer, başka Türkiye de yok.
‘’Hareket Ordusu’’ istemenin de âlemi yok?
Şartlarda en ufak bir benzerlik yok ki!