BIST 10.059
DOLAR 32,38
EURO 34,69
ALTIN 2.405,26
HABER /  GÜNCEL

Süleyman Demirel'in o 'evet' oyu yok mu,,

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in ölümü sonrası Radikal yazarı Cengiz Çandar'dan ilginç bir yazı geldi.

Abone ol

Radikal yazarı Cengiz Çandar, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in ölümü ardından bugün "Süleyman Demirel'e dair..." başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Demirel'in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına onay veren oyunu hatırlatan Çandar, "Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının TBMM’de onaylanması için Adalet Partisi grubunu seferber ettiği günden beri, “aramızdaki ayrılık”, kendiliğinden bir “manevi kan davası”na dönüşüverdi" diye yazdı. 

Süleyman Demirel'in ölüm haberini duyduğunda 'üzüntü' hissettiğini söyleyen Çandar şunlar yazdı:

"Ölüm haberini duyduğum anda, kendi hayatımın yarım yüzyıllık koca bir bölümü kararmış gibi geldi bir anda. 91 yaşındaki Süleyman Demirel’in ölümüne üzüldüm. Tuhaf bir duyguydu. Zira, üzüldüğüm sırada, aynı anda, 1972 yılındaki o kararı vermiş olmasına çok üzüldüğümü hissettim."

Cengiz Çandar'ın bugünkü yazısından öne çıkan bölümler şöyle:

“Dokuzuncu Cumhurbaşkanı” Süleyman Demirel’in bu dünyayı terkettiği gün, başka konuda yazamazdım. Türkiye’nin yarım yüzyıllık yakın tarihinde onun kadar ağırlıklı rol almış bir başka kimse bulunmamasından ötürü değil. Ömrümün yarım yüzyılına damgasını vurmuş olduğu için…
Altı kere gidip yedi kere geldiği “Başbakanlık” sıfatını ilk üstlendiği sırada, lisenin birinci sınıfındaydım. Bir genç siyasi aktivist olarak “sokağa çıktığım” vakit, üniversite yıllarımı onun Başbakanlığı döneminde geçirdim. “Yürüyerek yollar aşınmaz” sözünü, nice unutulmaz deyişi gibi, tarihe bıraktığı yıllarda.

Ona karşı yürüyorduk. Protestolarımızın hedefinde o ve iktidarı vardı. Onun devrilmesi için yürüyorduk.
Sonra asker geldi, onu devirdi, bizi ezdi.
12 Mart 1971…
Ama 12 Mart’ın ardından Demirel ile yine de buluşamadık. Hatta, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının TBMM’de onaylanması için Adalet Partisi grubunu seferber ettiği günden beri, “aramızdaki ayrılık”, kendiliğinden bir “manevi kan davası”na dönüşüverdi.

Benim kuşağımda, benim geçtiğim yollardan geçmiş olan herkes için geçerlidir bu duygu. Türk siyasetinde daha sonra kalıcı hale gelmiş lakabıyla “Baba”, hakkında daha mesafeli bir ifade kullanmak isteyenler açısından “Süleyman Bey”i bir türlü, sırf bu yüzden, başka hiçbir neden olmasa bile, bu tek nedenden ötürü, hiçbir zaman affedemedik biz.

Ailevi nedenlerden ötürü de, “Süleyman Bey”le yıldızı barışamayacak insanlar arasında yer alıyordum. Daha sonra gazetecilik mesleğini icra ederken, askeri müdahalelere karşı “demokrasi mücadelesi” saflarında yerimi alırken, adeta “sürekli siyasi mağdur” durumuna düşen Süleyman Demirel ile buluşabileceğimiz zeminler sık sık oluşmuştu. Kişisel tarihimde iz bırakan her negatif izi, herşeye rağmen, silebilirdim.

“Taksiratı”nı “affetmemek” için geçerli sayısız gerekçe ileri sürülebilir, sayısız olay hatırlatılabilirdi. Bütün bunlara rağmen, onun Türk Makyavelizmi’nin bir şaheseri olarak siyaset terminolojisine soktuğu ünlü deyişi “Dün Dündür, Bugün Bugündür” düsturuna uyarak, her şeyi sıfırlayabilirdim.

Galiba, öyle de yaptım.

Ama, “Deniz’ler”e ilişkin 1972 yılında kullanılmış o “idamlarına evet” oyu yok mu… O benim kuşağımda, benim geçtiğim yollardan geçmiş olan hiç kimsenin belleğinden çıkmadı, çıkamadı.
Ölüm haberini duyduğum anda, kendi hayatımın yarım yüzyıllık koca bir bölümü kararmış gibi geldi bir anda. 91 yaşındaki Süleyman Demirel’in ölümüne üzüldüm. Tuhaf bir duyguydu. Zira, üzüldüğüm sırada, aynı anda, 1972 yılındaki o kararı vermiş olmasına çok üzüldüğümü hissettim.
Çünkü, 1970’lerden sonra Türkiye’de öyle şeyler yaşandı, o yaşananlarda gerek benim gibiler, gerekse “Süleyman Bey” birarada bulunabilecekleri öyle yerlerde bulundular, öyle konumlarda yer aldılar ki, ileriden geriye baktığımda, 1972 yılındaki o Süleyman Demirel iğreti duruyordu. O hali şart değilmiş…

Kırk yıla yakın süre faal gazetecilik yapan benim gibi birisi için, Demirel ile hiç “siyasi buluşması” olmasa bile, “yolunun hiç kesişmemesi” mümkün değildir. Nitekim, muhalefete düşürüldüğü yıllarda çeşitli vesilelerle bazı konferanslarda birlikte olduk. 1990’lardaki son başbakanlığında Şam ve 9. Cumhurbaşkanı olarak Balkanlar ile İsrail dış seyahatlerinde birlikte yolculuk yaptık.
Süleyman Demirel’in “müşfik”, karşısındaki insana –tüm aradaki tüm siyasi duruş farkına ve üstelik bunu gayet iyi biliyor olmasına karşılık- saygılı, nüktedan, hoşsohbet ve “Baba” sıfatına hak kazandıran babacan bir insan olduğunu gördüm.

DAHA DA ÜZÜLDÜM!

Bu yönleri, kendisini daha yakından tanıyarak, gördükten sonra, benim kuşağımdakiler ile arasında “manevi kan davası”na yol açmış olmasından ötürü, daha da üzüldüm. Artık bu dünyada olmadığına göre, ister istemez, kendisinden sonra gelmiş olan cumhurbaşkanları ve başbakanları ile karşılaştırılacaktır. Bu tür karşılaştırmalardan, “Süleyman Bey” kazançlı çıkar. Günümüz Türkiye’sinde bunu bilir durumdayız.

Türkiye’nin yaklaşık son yarım yüzyılında rol almış Süleyman Demirel gibi karmaşık özellikli bir şahsiyeti, bir köşe yazısının sınırları içinde değerlendirmek kolay değildir. Ölümünden sonra hakkında söylenenlerin bir bölümüne bakınca, hakkında içten duygu ifade etmenin de pek kolay olmadığını fark ettim.  Kendi payıma, içten duygularımı basit ve yalın bir biçimde dile getirebileceğimi hissettim:
Allah, taksiratını affetsin. Allah Rahmet eylesin.