BIST 10.471
DOLAR 32,84
EURO 35,20
ALTIN 2.441,54

Medyadaki hayat ve gerçek hayat

Nasıl yaşıyoruz ? Neden böyle yaşıyoruz ?

Nasıl yaşıyoruz ? Neden böyle yaşıyoruz ?

----------------------------------------------------------------------

Bilgisayarımı kapattım, ofisten çıktım. İstanbul’un yoğunlaşan akşam trafiği içinde ağır ağır yol almaya çalışıyorum. Dışarıda yağmur var. Normalde yirmi dakikada gideceğim mesafeyi herhalde bir buçuk saatten önce gidemem, diye düşünüyorum. Duraklar kalabalık. Herkes, bir otobüse kapağı atmaya çalışıyor. Otobüsler arka arkaya tren gibi dizilmiş. Sağdan soldan gelenlere yol vermiyor. Arkamdaki araçlarla birlikte bekliyorum, kendime bir yol bulacağım ümidiyle. İnsanların yüzüne bakıyorum. Her yöreden insan var. Bizim insanlarımız. Sıraya giren yok. Kim kaparsa o biniyor. Kadınlar biraz daha geride tutuyor kendilerini. Belki öncelik tanırlar diye ama nerede? Banka şubesinde, noterde, mağazada, kafede, telefon bayiinde, markette veya bir muhasebe ofisinde çalışanlar. Herkes aynı yolun yolcusu.

Kalabalığın arasından bir motosikletli kurye ilerlemeye çalışıyor. Onun açtığı yoldan gitmeye çalışan bir pizzacı arkasından ayrılmıyor. Hava kararmış, gün bitmiş. Hepsi gününü çalıştıkları ortamda geçirmiş. Bu saatten sonra evine gidip birkaç saatini ailesiyle geçirecek. Sonra yatıp uyuyacak, sabah yine aynı tempo. Yaşam işte. Bir koşturmayla geçiyor.

Medyadaki hayat ve gerçek hayat...

Bu düşüncelerle saate bakıyorum, haberleri dinlemek üzere elim radyoya uzanıyor. Ve, işte daha büyük bir curcuna başlıyor. Güneydoğuda yine olay var. Bir başka kanala geçiyorum, türban aşağı türban yukarı. Birkaç dakikadan fazla tahammül edemiyorum, yine başkasına geçiyorum. Yeni bir şeyler duymak istiyorum. Orada da bir Başbakan’ın konuşmasını, bir Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını arka arkaya veriyorlar. O ona “Dik dur” demmiş, o da altında kalır mı, “Sen zaten omurgasızsın” deyivermiş. Ohh, nasıl da demiş, değil mi? Belki boyu da uzamıştır! Aslında o haberin kurgulanan görüntülerini aynı anda televizyondan yayınlıyorlar da, bize de radyodan sesini dinletiyorlar. O bitiyor, ardından polis haberleri. Sevgilisine kızmış öldürmüş, kendini de eve kitleyip evini yakmış. Ardından mobese kameralarındaki görüntülerden oluşan bölüm başlıyor radyolarda. Göremiyoruz tabi görüntüleri. Gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Anlamak mümkün değil. Çarpan araba sesleri duyuyorum. Canhıraş feryatlar, bağıranlar, koşturmalar. Bir yandan da yoğun trafik içinde ağır ağır ilerlemeye çalışıyorum. Sıkıldım. Spor radyolarına geçiyorum, geyik yapıyorlar. Başka radyolarda da müzik aralarında şaklabanlık yapmaya çalışan gevezeler var. Bir tane buluyorum, Londra’dan Türkçe yayın yapıyor. Dünyada olup bitenleri, tarafsız yorum ve değerlendirmeleri dinliyorum biraz. Sonra kapatıyorum, dışarıdaki gerçek hayata dönüyorum.

İşte böyle böyle bir saati buluyor, eve giriyorum. Çocuklarım yemeğe beklemiş. Ailece beraber geçen bir saatlik süre bile dünyayı adeta unutturuyor. Yakınlarımızdan haberler, okuldan haberler, yüzyılın kışıymış, ufaklığın öksürüğü kalmamış, diğerinin test sonuçları falan filan… O süreler hiç bitmesin istiyor insan. Mutlu, sağlıklı, huzurlu bir ortamı insan hiçbir şeye değişmiyor. O anda gerek ülkenizde gerekse dünyanın başka ortamlarında daha iyisini, daha lüksünü yaşayanlar da var, çok daha kötüsünü yaşayanlar da. Açlıkla, yoklukla, savaşla, silahla, kanla yaşayanları, hayatta kalmaya çalışanları düşününce, insan sahip olduklarının değerini daha iyi anlıyor.

Kendi kendilerini yalanlıyorlar...

Ancak fırsat buluyorum ve gazeteleri alıp bir kenara çekiliyorum. İçim kararıyor. Kim kiminle atışıyorsa birinci sayfalarda. Meşhur mahkeme haberleri yine aksiyon yaratıyor birinci sayfalarda. İkinci sayfalar magazin, üçüncü sayfalar adliye haberleri. İlginçtir birinci sayfalarından hükümete yaylım ateşi açan, her şeyi kötü göstermeye çalışan gazetelerin içinde sayfalarca ekonomiye övgüler düzülüyor. Kapasite kullanımı rekora ulaşmış, dünyada ilk on ülke arasına giriyormuşuz… Yabancı para girişi çok artmış, neden nasıl oluyormuş! Tabi ya… Tuhaf ve çelişkili haberler. Birinci sayfalarında yazdıklarını iç sayfalarında yalanlayan gazeteleri de bırakıyorum elimden. Televizyon kanallarını tarıyorum. En büyükleri her akşam olduğu gibi üç saatlik dizilere başlamış. Haber kanallarına bakıyorum, her birinde gazeteciler, öğretim üyeleri, ekonomistler, hukukçular, siyasetçiler oturmuşlar tartışıyorlar. Konuları belli. Ya Ergenekon, ya HSYK, ya türban. Ya da Anayasa Mahkemesi Başkanı ne demiş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı neden öyle konuşmuş? Haa o arada hocaları hacıları ekrana çıkarıp beş saat yayın yapan haber kanalları da var. Neden böyle yapıyorlar? O programlar hem bedavaya geliyor hem de çıkan kavgalar, çatışmalar izleyici çekiyor. Bir taraftan çatışma ve bölünmenin yanlış olduğundan söz ederler, bir yandan da izleyici çekmek için çatışma çıkarırlar. Bir tuhaf yaklaşım işte. Çareyi belgesel kanallarına, spor kanallarına ya da film kanallarına geçmekte buluyorum.

Köylerde, soğuk dalgalı denizlerde, dağlarda…

Bu arada en ücra köşelerde en zor koşullarda görev yapan polisleri, askerleri de düşünüyorum. O sırada soğuk dalgalı Karadeniz’e açılmak için hazırlık yapan balıkçıları da. Aynı saatlerde kadehlerin dibine vurup zom olanları, o halde araba kullanmaya kalkanları, otoyola çıkmadan polise yakalanıp ehliyetini kaybedenleri de unutmayalım.

Bunları düşünürken dışarıdaki yağmur da epey artmış durumda. Çukur bölgeleri yine su basacak. Yine bir sürü aracın kabak lastikleri yüzünden freni tutmayacak, gidip başkalarına çarpacak. Geceleri zehir olacak Aynı saatlerde Anadolu yollarında yük taşıyan kamyon şoförlerinden bazıları belki de maç izlemek için mola veriyorlar. Bir taraftan yükünü zamanında ulaştırmak için karanlık yollarda direksiyon sallayanlar, diğer taraftan işi bitirince yapacaklarını düşünüyor. Otobüslerin her birinde farklı yaşamlar var. Şehirden şehre yer değiştiriyor. Köyünde yokluk içinde yaşayan ama on beş nüfus televizyonun karşısına geçince kahkahalarla vakit geçirenlerin, deymeyin keyfine… Kimbilir belki de bazıları askerdeki oğlunu, yeğenini, nişanlısını düşünüyordur. Kimbilir? Kimbilir bazıları da dağdaki oğlunu, kızını… Kimbilir belki dağdaki oğlu da onu düşünüyordur. Belki de köyündeki kaç yıldır görmediği emmi kızını.

Öğrenciler uyumuş ama belki de öğretmenleri ertesi gün vereceği derse hazırlanıyor. Ama mutlaka bir yerlerde ertesi gün gireceği sınava hazırlanırken sabahlayanlar da var.

O saatte vur patlasın, çal oynasın eğlenenler de var, bir başka tarafta birbirini öldürenler, ya da kimselere çaktırmadan pencereye tırmanıp onun bunun evini soyanlar. Uyuşturucu alemi yapanlar da, kumar oynayanlar da, namaz kılanlar da.

Velhasılı, aynı anda birçok farklı dünya yaşıyoruz hep birlikte. Nasıl yaşıyoruz, neden böyle yaşıyoruz sormalıyız kendimize. Memnun muyuz yaşadığımız hayattan?

Bir de bakmışlar ki, yoksunuz…

Şimdi, bunları neden yazdığımı sorabilirsiniz.

Camilere, cenazelere gitmeyenlere arada bir mezarlıktan geçmelerini söylerim hep. Yaşamın farkına varmak, anlamak için. Bir varsınız, bir de bakmışlar ki yoksunuz. İşte böyle bir dünyada, öyle bir an geliyor ki, boyuna politika duymaktan, boyuna çatışma ve cenaze haberleri izlemekten, birbiri ile kısır atışmalara girip ucuz kahramanlık yapmaya çalışanları görmekten bunalıp, sıkılıyorum.

Öyle bir an geliyor ki Don Kişot’luk yapmaya soyunan siyasetçileri görmekten usanıyorum. Onlarla ilgili yazmaktan da.. Ama kurtulmak ne mümkün. Bütün bu hengamede, yaşamımızı, yani gerçek yaşamı hatırlatmak istedim sizlere. Hem de kendime. Böyle durumlarda izne çıkmak, tatil yapmak boşuna değilmiş.

Anlaşılan yine, batıya uzun bir seyahat faydalı olacak.