BIST 10.083
DOLAR 32,38
EURO 34,80
ALTIN 2.442,22

Mandea ve ırkçılığın tarihi

Mandea ve ırkçılığın tarihi

İmtihanı olsun diye ruhuna ilham edilmiş fücur payından olsa gerek ki, tarihinin ilk evresinden itibaren âdemoğlunun aynı biyolojik kökeni paylaştığı kardeşi ile ilişkisi çoğu zaman sorunlu olmuştur. Bu sorunun bir boyutu da insanın kendisini farklı kılan birkaç fiziksel özellikten hareketle kardeşinden üstün olduğu iddiasıdır. Ne var ki bu iddiası nedeniyle olsa gerek ki ‘hayat’ dediğimiz hakikati anlama noktasında da derin bunalımlar yaşamıştır.

Hemcinsine karşı tarih boyunca tatbik ettiği her türlü ayırımcılık, çatışma, katliam ve savaş gibi ancak zaman sonra pişmanlık duyacağı nice cürmün sebebi de o bunalımıydı. O bunalım ki, fizik evrende olduğu gibi insan türünde de gördüğümüz renk ve dil farklılığını ilâhî kudretin sadece birer tecellisi olarak okumak yerine, çoğu zaman birbirimize reva gördüğümüz cehennemin gerekçesi kılmışız.

Mandela’nın ölümü nedeniyle, başta peygamberler olmak üzere nice soylu ruhların onca çabalarına rağmen insanlığın en büyük tehdidi olma durumunu hâlâ koruyan ırkçılık illetin tarihine çok kısa bir göz atmak istedim.

İnsan ırkının tasnifiyle ilgili bilinen en eski örneklere İsa’dan on dört on beş asır önce Mısırlılarda rastlanır. Kral mezarlarında yer alan duvar resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla dünyada dört ayrı ırkın var olduğuna inanan Mısırlılar her ırkı ayrı bir renkle tanımlamışlardır. Koyu kırmızı renkleriyle kendilerini ‘üstün ırk’ olarak gören Mısırlılar,

Asyalıları sarı renkli, sırtı kemerli burun ve gür sakallı; zencileri siyah renk ve yapağı saçlı, beyazları ise sarı sakallı, açık renk gözlü, uzun boylu, vücutları dövmelerle kaplı ve hayvan postuna bürünmüş barbarlar olarak resmetmişler. İnsan ırklarını Tanrı Horus'a yakınlık derecesine göre sıralayan Mısırlılar kendilerini en ön safa yerleştirmişler.

Benzer bir ayırımı Roma Devleti’nde de görürüz. Kendi vatandaşlarını ‘uygar, kültürlü, şehirli’ anlamında ‘civisquiris’ diye tanımlarken, yabancıları ‘peregrin’, arada kalanları ise ‘latini’ diye tasnif ederek her birine ayrı bir hukuk vaz etmişti. Yine kendilerini ‘Tanrı’nın seçkin milleti’ diye gören Yahudiler de diğerlerini ‘gentiller’ yani ‘okur-yazar olmayan, cahil, yabancılar’ diye görmüşler. Keza kendilerini ‘medenî’, diğerlerini ise ‘köle ve barbar’ diye tasnif eden Yunanlılar gibi İslam öncesi Araplar da ‘Arap’ kelimesinin etimolojisinden hareketle ‘dil ve edebiyat’ alanındaki üstün yeteneklerini ırkî bir üstünlüğe delil kılmış, diğerlerini ‘acem’ diye tanımlamışlardı.

Nitekim Peygamberimizin ‘Arabın Acem’e üstünlüğü yoktur’ sözünün kastı da buydu.  Hint Medeniyeti’ndeki ünlü ‘kast sistemi’ konuyla ilgili birçok şeyi anlatırken, M.Ö. 200 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bulgulardan Çin'de de insanların ten renklerine göre Öte yandan ırkçılığın birçok kültürün yaratılış efsanelerinde bile yer aldığına rastlarız. Örneğin bir Eskimo inanışına göre Büyük Ruh insanı yaratırken iki deneme yapmış, başarısız olduğu ilk denemede ‘kusurlu yaratık’ dedikleri ‘beyaz adamı’, başarılı ikinci denemede ise kendi ataları olan ‘mükemmel insanı’ yaratmıştır.

Keza İrokua Kızılderililerinde de Büyük Ruh insanı yaratırken üç deneme yapmış, ilk iki denemede çok kusurlu iki insan ırkını yani beyazları ve siyahları, üçüncü denemede ise kendi ataları olan mükemmel insanı var etmiştir.

İsa’dan sonra 1550'lerde Juan Gines de Sepulveda adlı bir İspanyol araştırmacının yazılarında ‘Maymun insandan hangi ölçüde ayrılıyorsa, Kızılderililer de İspanyollardan o ölçüde farklıdırlar’ diye yazılmıştır.

18. y.y.'da bile insanlar arasında ayrım yapan hem de tanıdık birçok ünlü düşünüre rastlarız. Montesquieu, Kant ve Voltaire bunlardan bir kaçıdır. ‘Kanunların Ruhu’ adlı kitabında zencilerden ‘tepeden tırnağa siyah yaratıklar’ diye söz eden Montesquieu:

‘Erdemli bir varlık olan Tanrı'nın iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum’ derken, Kant: ‘Hiç kimseyi tanımıyorum ki, çıkıp da zencilerin yeteneğinden söz etsin’ demişti. Voltaire ise, 1765'de yayınladığı Tarih Felsefesi isimli eserinde zencilerden ‘(…) ve düşük zekâ dereceleriyle diğer insan türlerinden çok farklı bir topluluk’ diye söz eder.

Daha kötüsü ise, bu ve benzeri tanımların insanlar arası hukukun temeli kılınmış olmasıydı ki, asıl sıkıntı da burada ortaya çıkıyordu. Bugün herkesin arkasından ağladığı ‘Çirkin Afrikalı’nın ömür boyu hapse hüküm giydiği olayların da tesiriyle Birleşmiş Milletler nezdinde yüze yakın ülkenin iştirakiyle ırk ayırımını tasfiye eden 1965 tarihli sözleşmeye rağmen, Firavun III. Sestoris'in (İ.Ö. 1887-1849) dikilitaşa nakşettirdiği:

‘Hiç bir zenci dikilitaşla belirlenmiş bu sınırın ötesine geçemez’ kanunun çoğu yerde hâlâ câri
Mandela öldü ama beşeriyetin ‘beyazın siyaha siyahın da beyaza tahakkümüne karşı mücadele verecek’ soylu yüreklere ihtiyacı belli ki devam edecektir.