Mandea ve ırkçılığın tarihi
Mandea ve ırkçılığın tarihi
İmtihanı olsun diye ruhuna ilham edilmiş fücur payından olsa gerek ki, tarihinin ilk evresinden itibaren âdemoğlunun aynı biyolojik kökeni paylaştığı kardeşi ile ilişkisi çoğu zaman sorunlu olmuştur. Bu sorunun bir boyutu da insanın kendisini farklı kılan birkaç fiziksel özellikten hareketle kardeşinden üstün olduğu iddiasıdır. Ne var ki bu iddiası nedeniyle olsa gerek ki ‘hayat’ dediğimiz hakikati anlama noktasında da derin bunalımlar yaşamıştır.
Hemcinsine karşı tarih boyunca tatbik ettiği her türlü
ayırımcılık, çatışma, katliam ve savaş gibi ancak zaman sonra
pişmanlık duyacağı nice cürmün sebebi de o bunalımıydı. O bunalım
ki, fizik evrende olduğu gibi insan türünde de gördüğümüz renk ve
dil farklılığını ilâhî kudretin sadece birer tecellisi olarak
okumak yerine, çoğu zaman birbirimize reva gördüğümüz cehennemin
gerekçesi kılmışız.
Mandela’nın ölümü nedeniyle, başta peygamberler olmak üzere nice
soylu ruhların onca çabalarına rağmen insanlığın en büyük tehdidi
olma durumunu hâlâ koruyan ırkçılık illetin tarihine çok kısa bir
göz atmak istedim.
İnsan ırkının tasnifiyle ilgili bilinen en eski örneklere İsa’dan
on dört on beş asır önce Mısırlılarda rastlanır. Kral mezarlarında
yer alan duvar resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla dünyada dört
ayrı ırkın var olduğuna inanan Mısırlılar her ırkı ayrı bir renkle
tanımlamışlardır. Koyu kırmızı renkleriyle kendilerini ‘üstün ırk’
olarak gören Mısırlılar,
Asyalıları sarı renkli, sırtı kemerli burun ve gür sakallı;
zencileri siyah renk ve yapağı saçlı, beyazları ise sarı sakallı,
açık renk gözlü, uzun boylu, vücutları dövmelerle kaplı ve hayvan
postuna bürünmüş barbarlar olarak resmetmişler. İnsan ırklarını
Tanrı Horus'a yakınlık derecesine göre sıralayan Mısırlılar
kendilerini en ön safa yerleştirmişler.
Benzer bir ayırımı Roma Devleti’nde de görürüz. Kendi
vatandaşlarını ‘uygar, kültürlü, şehirli’ anlamında ‘civisquiris’
diye tanımlarken, yabancıları ‘peregrin’, arada kalanları ise
‘latini’ diye tasnif ederek her birine ayrı bir hukuk vaz etmişti.
Yine kendilerini ‘Tanrı’nın seçkin milleti’ diye gören Yahudiler de
diğerlerini ‘gentiller’ yani ‘okur-yazar olmayan, cahil,
yabancılar’ diye görmüşler. Keza kendilerini ‘medenî’, diğerlerini
ise ‘köle ve barbar’ diye tasnif eden Yunanlılar gibi İslam öncesi
Araplar da ‘Arap’ kelimesinin etimolojisinden hareketle ‘dil ve
edebiyat’ alanındaki üstün yeteneklerini ırkî bir üstünlüğe delil
kılmış, diğerlerini ‘acem’ diye tanımlamışlardı.
Nitekim Peygamberimizin ‘Arabın Acem’e üstünlüğü yoktur’ sözünün
kastı da buydu. Hint Medeniyeti’ndeki ünlü ‘kast sistemi’
konuyla ilgili birçok şeyi anlatırken, M.Ö. 200 yıllarına ait
olduğu tahmin edilen bulgulardan Çin'de de insanların ten
renklerine göre Öte yandan ırkçılığın birçok kültürün yaratılış
efsanelerinde bile yer aldığına rastlarız. Örneğin bir Eskimo
inanışına göre Büyük Ruh insanı yaratırken iki deneme yapmış,
başarısız olduğu ilk denemede ‘kusurlu yaratık’ dedikleri ‘beyaz
adamı’, başarılı ikinci denemede ise kendi ataları olan ‘mükemmel
insanı’ yaratmıştır.
Keza İrokua Kızılderililerinde de Büyük Ruh insanı yaratırken üç
deneme yapmış, ilk iki denemede çok kusurlu iki insan ırkını yani
beyazları ve siyahları, üçüncü denemede ise kendi ataları olan
mükemmel insanı var etmiştir.
İsa’dan sonra 1550'lerde Juan Gines de Sepulveda adlı bir İspanyol
araştırmacının yazılarında ‘Maymun insandan hangi ölçüde
ayrılıyorsa, Kızılderililer de İspanyollardan o ölçüde
farklıdırlar’ diye yazılmıştır.
18. y.y.'da bile insanlar arasında ayrım yapan hem de tanıdık
birçok ünlü düşünüre rastlarız. Montesquieu, Kant ve Voltaire
bunlardan bir kaçıdır. ‘Kanunların Ruhu’ adlı kitabında zencilerden
‘tepeden tırnağa siyah yaratıklar’ diye söz eden Montesquieu:
‘Erdemli bir varlık olan Tanrı'nın iyi bir ruhu simsiyah bir
bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum’ derken, Kant: ‘Hiç kimseyi
tanımıyorum ki, çıkıp da zencilerin yeteneğinden söz etsin’
demişti. Voltaire ise, 1765'de yayınladığı Tarih Felsefesi isimli
eserinde zencilerden ‘(…) ve düşük zekâ dereceleriyle diğer insan
türlerinden çok farklı bir topluluk’ diye söz eder.
Daha kötüsü ise, bu ve benzeri tanımların insanlar arası hukukun
temeli kılınmış olmasıydı ki, asıl sıkıntı da burada ortaya
çıkıyordu. Bugün herkesin arkasından ağladığı ‘Çirkin Afrikalı’nın
ömür boyu hapse hüküm giydiği olayların da tesiriyle Birleşmiş
Milletler nezdinde yüze yakın ülkenin iştirakiyle ırk ayırımını
tasfiye eden 1965 tarihli sözleşmeye rağmen, Firavun III.
Sestoris'in (İ.Ö. 1887-1849) dikilitaşa nakşettirdiği:
‘Hiç bir zenci dikilitaşla belirlenmiş bu sınırın ötesine
geçemez’ kanunun çoğu yerde hâlâ câri
Mandela öldü ama beşeriyetin ‘beyazın siyaha siyahın da beyaza
tahakkümüne karşı mücadele verecek’ soylu yüreklere ihtiyacı belli
ki devam edecektir.