BIST 10.979
DOLAR 42,52
EURO 49,56
ALTIN 5.775,83

Toplumun Hançeri: Kadını Neşterlemek

“Nasıl bir kadın olunmalı?” sorusu, ne yazık ki hâlâ bireyin kendisine değil, topluma soruluyor.

Günümüzde kadın, erkek, çocuk, hayvan ya da bitki fark etmeksizin tüm canlıların belli bir biçimde görünmesi ve belli şekillerde davranması beklenmektedir. Kadınlar için yalnızca geleneksel rollerle sınırlı kalmayan bu beklenti, aynı zamanda “kadın gibi kadın” olma kisvesi altında belirli bir dış görünüşe sahip olma zorunluluğuna dönüşmüştür. Bu durum sadece kadınlara özgü değildir; benzer baskılar erkekler, çocuklar, hatta hayvanlar ve bitkiler için bile geçerli hâle gelmiştir.


Hayvanlar, laboratuvar koşullarında ev yaşamına uygun şekilde üretilmekte; sokakta yaşamalarına çoğu zaman izin verilmemektedir. Bitkiler, peyzaj estetiğine uygun biçimde budanmakta; ağaçlar ise kimi zaman “yaşam alanı” oluşturma bahanesiyle toptan kesilmektedir.


Hemen her şeyin “olması gereken” bir formu vardır. Bu durum zaman zaman bireylerin sosyolojik, psikolojik ve fizyolojik özellikleriyle çatışmaktadır. Ne giyeceğimize, nasıl davranacağımıza başkaları karar verir hâle gelmiştir. Bu tablo, 19. yüzyıldan günümüze dek süregelen bir toplumsal mirasın sonucudur.


Örneğin 19. yüzyılda kadınlar, son derece bilgili, kültürlü ve üretken olmalarına rağmen sosyal yaşama dâhil olamaz, pasif bir yaşam sürmek zorunda kalırlardı. Bu tatminsizlik hali, Jean-Martin Charcot’nun histeri tanımında bile yer bulmuş; kadınların bastırılmış yaşamları, ruhsal sorunlarla ilişkilendirilmiştir.


Marie Curie, farklı bilim dallarında iki Nobel ödülüne layık görülmüş bir bilim insanıydı. Ancak Nobel ödüllerinin o dönem İsveç Kraliyet Ailesi tarafından verilmesi ve kadınlara ödül verilmemesi nedeniyle, ilk ödülünü ancak eşi adına alabilmiştir. İkinci Nobel’ini ise bizzat teslim almaya gelmesi istenmemiştir. Bu yalnızca kişisel bir mağduriyet değil; aynı zamanda dönemin kadın algısını ve kurumsal cinsiyetçiliği gözler önüne seren acı bir örnektir.


19. yüzyıl Osmanlısı’nda ise devlet politikası gereği, hariciyeci erkeklere uygun eşler yetiştirmek amacıyla Galatasaray Lisesi bir “proje okulu” olarak yapılandırılmıştı. Dil bilen, görgülü, devlet erkânına yakışır kadınlar yetiştiriliyordu. Ancak tüm bilgi ve donanımlarına rağmen kadınlar, bu birikimlerini toplumsal hayatta işlevsel hâle getiremezlerdi. İstanbul Erkek Lisesi gibi diğer okullar da bu misyona zamanla dâhil olmuştur.


Feminizm, 19. yüzyılda kadınlara yönelik adaletsizliğe karşı gelişen bir bilinçle organize bir harekete dönüşmüştür. Hareketin temel amacı, kadınların daha görünür, daha etkin ve çalışma hayatında eşit haklara sahip bireyler olabilmesidir. Ancak günümüzdeki üçüncü dalga feminizm, pozitif ayrımcılığı öne çıkaran; kimi zaman erkeğe meydan okuyan bir kadın modelini teşvik etmektedir. Bu yaklaşım, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden şekillenmesine neden olmuş; erkeklerin pasifleştiği, kadın-erkek ilişkilerinin güç mücadelelerine dönüştüğü bir tablo ortaya çıkmıştır.


Topuklu ayakkabılar, bir dönem Pers süvarilerinin at üzerinde denge sağlamak için giydiği bir ekipmandı. Günümüzde ise kadın cinselliğini öne çıkaran bir objeye dönüşmüştür. Kadınlara bir yandan bilgelik, doğurganlık ve güç atfedilirken, diğer yandan estetik bir nesne hâline getirilmişlerdir. Bizzat kendi ellerimizle yarattığımız bu sistemin içinde, bugün “prenses erkekler”den ve “barbie görünümlü plastik kadınlar”dan şikâyet eder hâle geldik.


Antik çağlarda kadınların doğurganlık potansiyelinin göstergesi olarak geniş kalçalar ve büyük göğüsler yüceltilmiştir. Bu fiziksel özellikler, doğum kapasitesinin bir simgesi olarak değerlendirilmiştir. Oysa bu “ideal” biçimler, toplumsal algının ürünüdür. Antik Yunan, Orta Çağ, Rönesans ve modern dönem boyunca kadının “olması gereken” görünümü sürekli değişmiş; her bir biçim kendi döneminde toplum tarafından normal kabul edilmiştir.


1950’lerde savaş ve kıtlık sonrası kum saati vücut tipi yeniden doğurganlığın simgesi hâline gelmiş; Marilyn Monroe, Jayne Mansfield ve Betty Brosmer gibi isimler, bu idealin temsilcisi olarak öne çıkmıştır. 1920’lerde ise kadınlar, erkekleri memnun etmeyi bir kenara bırakıp kısa saçları, düz hatları ve ince bedenleriyle moda dünyasında yer edinmeye başlamışlardır. Ancak korseyi terk eden kadınlar, bu kez spor ve diyet baskısıyla bedenlerini şekillendirme yükünü taşımaya başlamıştır.


1990’larda medya, kilolu olmanın hem sağlık hem estetik açısından tehlikeli olduğunu empoze etmiş; tombulluk alay konusu hâline getirilmiş ve iradesizlikle özdeşleştirilmiştir. Bu algı, yeme bozukluklarını tetiklemiş ve bireylerin beden algılarında ciddi sapmalara neden olmuştur. Kilo almaktan korkma, aşırı zayıflamaya rağmen hâlâ kilolu olduğunu düşünme gibi çarpık algılar, günümüzde yaygındır. Bu durum; yiyecek kısıtlamaları, aşırı egzersiz, tıkınırcasına yeme, ardından gelen suçluluk ve kusma davranışları gibi birçok sorunu beraberinde getirmiştir.

Birçok kadın aslında sağlıklı bir beden bütünlüğüne sahip olmasına rağmen, hayalî bir “bozukluk” algısıyla yaşamakta; botoks, dolgu ve silikon gibi estetik müdahalelere yönelmektedir. Bu işlemler sadece fiziksel bütünlüğü değil, ruhsal dengeyi de olumsuz etkilemektedir. Vücut simetrisinin bozulması bir yana, operasyonlarda alınan narkozların da bedensel etkileri bulunmaktadır.


Mükemmeliyetçilik, utangaçlık, depresyon, sosyal geri çekilme ve kaygı; anoreksiyayı tetiklerken, histeri, duygusal dalgalanmalar, rastgele cinsel ilişkiler, madde kullanımı ve dürtüsellik ise bulimia gelişiminde etkili faktörler arasında yer almaktadır.