Dinler ve kardeşlik çağrısı üzerine...
Başta savaş olmak üzere kritik toplumsal süreçlerde ‘kardeşlik’ duygusuna vurgu yapan zengin bir literatürün geliştiğini gözlemek kolaydır.
Başta savaş olmak üzere kritik toplumsal süreçlerde ‘kardeşlik’
duygusuna vurgu yapan zengin bir literatürün geliştiğini gözlemek
kolaydır. Ortak bir takım değerlere atıflarda bulunularak
zenginleştirilen bu literatür, çoğu zaman sanatın diline de
aktarılmak suretiyle ilgili duyguların iyice pekiştirilmesi
beklenir.
Bu vurgu bireysel açıdan psikolojik bir arzu olduğu kadar toplumsal
açıdan da sosyolojik bir ihtiyaçtır aynı zamanda. Çünkü insanın
ötekinin elinden ve dilinden emin olma iştiyakı suya ve havaya olan
ihtiyacından az değildir.
Nitekim kadim şehirlerde gördüğümüz devasa kalelerin veya
günümüzdeki devletlerin sürdürdükleri silahlanma yarışlarının bize
anlattığı bir şey varsa o da bu hakikattir. Belli ki, başlangıçtan
bu yana insanın insandan duyduğu korkuyu sınırlandırmak, kontrol
etmek hatta mümkünse büsbütün sonlandırmak amacıyla bir takım
uluslararası sözleşmeler, paktlar, diplomatik teamüller
geliştirilmiş olmasına rağmen, insanın ‘ötekine’ karşı ‘kendisine
en yakın olanlarla’ kardeşlik bağlarını güçlendirme ihtiyacı devam
edecektir.
Bu çağrıyı yapan disiplinler arasında dinlerin baş sırayı
aldıklarını söyleyebiliriz. Dinler tarihine bakıldığında ise, bütün
tek tanrılı dinlerde insanın biyolojik kökeninin tek olduğunu, tüm
insanların Adem ve Havva’dan geldiğini okuruz.
Bu hakikatin defalarca hatırlatılmasıyla da bir taraftan insanlığın
başlangıç serüvenini aydınlatmak, diğer taraftan da tür olarak
tarih sahnesine çıkışımızı izleyen evrelerde beliren renk ve dil
gibi ilahi istemle oluşmuş ya da sosyo-ekonomik ve kültürel alanda
tabii/beşeri yapı gereği belirmiş farklılıkların bir ‘üstünlük’
kriteri olamayacağı telkini kastedilir. Böylece, insanlar arası
ilişkilerin oturması gereken ilahi/tabii zeminin ne olması
gerektiğine dair de bir fikir oluşturulmak istenir.
Mevcut dünya dinlerine bu açıdan baktığımızda peygamberlerinin
ağızlarından yapılmış samimi kardeşlik çağrılarının zamanla hakim
unsurların lehine nasıl yozlaştırıldığını da rahatlıkla
izleyebiliyoruz. Mesela Yahudiliğin icat ettiği ‘seçkin millet’
dogması gibi birçok din zamanla etnik merkezli bir karaktere
bürünmüştür.
Böyle olunca da bu tür dinlerin insan ırkları arasındaki kardeşlik
çağrılarının bir süre sonra zayıfladığını, kaybolduğunu hatta ilk
çağrının aksine ötekilerin toptan imhasını emir buyuran bir yapıya
tahrif edildiğini görürüz.
Mesela Tevrat’ın bazı ayetlerinde okuyacağınız ‘onlara’ ait kadını,
erkeği, bebeği hatta ekini, tarlayı, öküzü bile öldürün’ mealinde
metinler bu kabildendir. O metinleri okurken bile kanınızın
donduğunu hissedersiniz. Bugün İsrail Devleti’nin Filistinliler
başta olmak üzere ‘ötekiler’ ile birlikte yaşamayı temin edecek bir
politika geliştirememesinin bana göre en önemli nedeni bu türden
dini bir literatürün inşa ettiği bilinç altıdır.
Her gün ağlama duvarında okunan o metinlerin okuyucunun zihnine
yüklediği ötekinden nefretin bir süre sonra nasıl bir şiddete
dönüştüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek.
‘İnsanlığın ortak biyolojik kökenine’ ve dolayısıyla ‘kardeşlik’
idealizmine nispeten daha fazla vurgu yapmasına rağmen,
Hıristiyanlığın tarihsel tecrübesinden onun da fazla başarılı
olduğunu söyleyemeyiz.
‘Yasaklı’ ve ‘zayıf’ olduğu ilk dönemlerinde daha güçlü akisler
bulan ‘kardeşlik’ çağrısı Roma’nın ‘zorunlu’ resmi dini olduğu
‘güçlü’ dönemlerinde iyice zayıflayarak etkisini yitirmiştir.
Öyle ki ‘Kilise’nin dışında felah yoktur’ veya ‘Onları zorla içeri
al’ türünden zamanın siyasal konjonktürüne muvazi ‘üretilen’ dini
(!) metinlere entegrizmin veya savaşın gerekçesi olarak sıkça
başvurulduğunu görürsünüz.
Kızılderililerin vahşice katliamlarından tutun da Haçlı
savaşlarına, oradan sömürge savaşlarına kadar Kilise’nin
‘zayıfların’ aleyhine oynadığı rol, ‘zayıflarla yürüyün, fakirlerin
sofrasına iştirak edin’ diyen İsa Peygamberin o derin kardeşlik
çağrısını bir daha tanınmayacak hale getirmiş ve adeta ters yüz
etmiştir.
Bu haliyle Hıristiyanlık ‘en yakın kardeşlerine’ karşı bile yedi,
otuz ve yüz yıl süren savaşlara engel olamadı. Keza kölelik ve
ırkçılığın yirminci yüzyıla kadar devam ettiği Batılı coğrafyaların
dördüncü asırdan bu yana yegane resmi hakim din olan
Hıristiyanlığın etkisinde olduğunu düşündüğümüzde ‘kardeşlik’
idealizmini hayata aktarma konusunda onun da başarılı olduğu iddia
edilemez.
Kısacası ilahi menşeli dinlerin ilk taze halleriyle yaptıkları sahici ve samimi kardeşlik çağrılarının başlangıçta güçlü bir toplumsal bünyenin oluşmasında etkin roller oynadıkları nasıl inkar edilemez ise, aynı dinlerin zamanla hakim unsurların emellerine sıkça alet edilerek ilk dönemlerde görülen büyüleyici etkilerini kaybetmişlerdir.