Cumhuriyet'in çapsızları!
Arşivden alınan aşağıdaki satırlar Atatürk’ün CHP’sini değil,
CHP’nin Atatürkçülüğünü irdelemektedir..
Evet bugün Türk Milli Eğitim sisteminin rahle-i tedrisinden geçen
her öğrenci, 1918-1922 arasındaki o muazzam kurtuluş savaşının
Mustafa Kemal'in önderliğinde nasıl zaferle taçlandırıldığını çok
iyi bilir de; bu ülkenin nasıl batırıldığını ne yazık ki pek az
kişi bilir..
Türkiye’nin nereden nereye geldiğini; nereden nereye gittiğini;
nerede nelerle karşılaştığını ve nerede durduğunu tespit edebilmek
için, ülkenin “yakın tarihini” bilmek olağanüstü derecede önem
taşıyor..
Elbette, Osmanlı’nın kuruluşunu, batışını, milli mücadele
yıllarını, Atatürk’ün devrimlerini iyi bilmek gerekiyor..
Ancak, yakın tarih dediğim süreci, özellikle son elli yıllık dönemi
ölçüt alarak tahlil etmek, biraz daha “gerileri” anlayabilmenin ön
şartıdır..
Endazenin yerine metrenin getirilmesi, metrekareye düşen gayri safi
hırsız ve arsız sayısını ve banka önlerinde “metrelerce” kuyruk
oluşturan emeklilerin sayısını azaltmadığı gibi; pek çok alanda
“ölçüyü” kaçırmamızı da engelleyemedi!
Umuyorum ki bazı okurlar, benim devrimlere karşı çıkmadığımı idrak
ederler.
Eminim ki bazı okurlar, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ün getirdiği
bazı devrimleri “sulandıran” insanların olağanüstü
akılsızlıklarının bu memleketi nereye getirdiğini iyi
biliyorlar..
Bazı akılsızlıklar deyince, geçen gün televizyonda yorum yapan bir
emekli generalin şahsında artık klişeleşmiş sözlere ve bu sözleri
sarf eden kişilere sözü getirmek istiyorum.
Emekli general, “askeri aklın bazen akılsızlıklar yaptığını” ileri
süren bazı yazarların sözlerine aynen şu cevabı verdi: “Atatürk de
bir asker, siz nasıl olur da bir asker olan Atatürk’e akılsız
dersiniz?”
Evet yukarda belirttiğim üzere, yakın tarihi, özellikle yakın
siyasi tarihi bilmeden ne devrimlerin büyüklüğünü idrak, ne de
Türkiye’nin yakın geleceğini inşa edebiliriz..
Geçmişte cumhuriyet rejimine sahip olup da demokrasisi olmayan Irak
ile kısmen de olsa demokrasiye sahip olup da laiklik rejimi olmayan
İran örneğinin, söz konusu ülkeleri müreffeh hale getirmediğini
gördüğümüze göre, doğru sistemin gerçek bir demokrasi, cumhuriyet
ve laiklik sisteminin "bir arada" bulunması gerçeği olduğunu neden
göz ardı ediyoruz?
Millet iradesinin yegane tecelligahı olan Meclis’in, askeri vesayet
altında kuşatılmasına karşı çıkmak mı orduya daha fazla zarar
veriyor, yoksa MGK Genel Sekreteri'nin Türkiye’yi anti-değişime
hapseden beyanları mı?
Evet, Türkiye’yi bölersek (pardon Türkiye’yi dönemlere bölersek!),
1918-1923; 1923-1938; 1938-1950; 1950-1960; 1960-1971; 1971-1980;
1980-1991; 1991-1997; 1997-2002; 2002-.. olarak ayırmak
gerekir..
Siz eğer 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında olduğu gibi ihtilal,
muhtıra, harekat, darbe yapar da, bunların Atatürk adına
gerçekleştirildiğini iddia ederseniz, hem devrimleri sulandırmış
olur; hem Atatürk’ü anlamaktan bihaber kalır; hem dört
tarafınızdaki komşularla kavga etmeyi alışkanlık haline getirir;
hem de 9 kişinin yasakladığı bir liderin 10 milyon insan tarafından
nasıl Başbakan yapıldığını analiz etmek zorunda kalmaktan kendinizi
alıkoyamazsınız..
“Eğitim sistemimiz çok iyi, çünkü 10 milyon öğrenci var; sağlık
sistemimiz çok iyi, çünkü binlerce hastane var; dini hayat çok
özgür, çünkü binlerce camide ezan okunuyor” diye mugalata yapan bir
liderin bilge adam olarak kabul gördüğü bir siyasal sistemde ve
sosyolojik atmosferde biz şimdi neyi tartışmış oluyoruz?
Hantal bürokrasiyi devletçilik; inanç özgürlüğüne balta vurmayı
laiklik; ihtilalciliği inkılapçılık; halk yardakçılığını halkçılık;
içe kapanmayı milliyetçilik; milli komünizmi cumhuriyetçilik olarak
“takdim” eder ve bununla kalmayıp bunu “takdis” de ederseniz
“takdir” edersiniz ki gelinecek nokta şu anda bulunduğumuz nokta
olur..
Yukarda sayılan devrimlerin hepsi, getirildiği dönem, doldurduğu
boşluk ve içinde taşıdığı teorik mükemmellik itibariyle hakiki
anlamda büyük devrimlerdir, yeter ki “uygulamasında” akılsızlık
yapılmasın..
Pardon “uygulamada akılsızlık yapılmasın..” sözünü geri
alıyorum..
Zira, bahsi geçen emekli generalin “sen Atatürk’e nasıl olur da
akılsız dersin..” demesinden korkuyorum!
Evet, Türkiye’de yaşanan gerginliğin, gerikalmışlığın,
zekageriliğinin yaygınlaşmasının bir sebebinin hatta en önemli
sebebinin, özellikle bazı “dinamikleri” harekete geçirmekte pek
mahir olan aydınlardaki “statik” düşünce kalıbının kırılamamış
olmasıdır.
O nedenle, hep yanlış olarak algılanan sağ-sol; ilerici-gerici;
dindar-laik çatışmasının gerisindeki asıl sebep de buradan
kaynaklanıyor..
Olayları kritize ederken, özellikle kavramları dar bir alana
hapsedip bir fasit daire gibi kendi içimizde dönüp duruyoruz..
Herkes kendi “çapına” göre, dönen dairenin içindeki “merkeze” ,
kendini koymaya çalışıyor..
Çünkü, bu düşüncenin kırılmasına ne yazık ki “çap elvermiyor!”
Belki de o yüzden bazıları her daim "yuvarlanırken", bazıları da
"dört köşe oluyor!"