Ciğeri beş para etmeyenler listesi!
Bilinen bir gerçektir; Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri,
sorunlara teşhis koyamama hastalığıdır..
“Sorunlara teşhis koyamama hastalığına” teşhis koyulamaması da
tedaviye muhtaç bir hastalıktır..
“Hasta etme kardeşim, ne diyeceksen de..” dediğinizi duyar
gibiyim..
“Kulağı kesik” araştırmacı gazeteciler, “kalp gözü” mühürlü köşe
yazarları, “dili uzun” profesörler, "ensesi kalın" siyasetçiler,
"midesi geniş" gazeteciler, "sivri dilli" şovmenler, “kolu uzun”
holding patronları, “omuzu düşük” kabadayılar, "burnu büyük"
yazarlar, "ciğeri beş para etmez" yöneticiler, “gerdanı kırık”
anchormanlar, tabii ki fiziksel rahatsızlığı olan “özürlü”
kişilerdir..
Elbette yukarda sayılan bu kişilerin “fiziksel” rahatsızlıkları ile
alay edecek kadar “engelli” değilim..
İşte bu yazı, bunlara dokunanların “ebediyyen engelli” olmalarını
engellemeye hasbelkader gayret etmeye çalışan bir yazıdır..
Az önce, “bunlara dokunanlar” demiştim...
Evet, birisine “dokunabilmeniz” için, 5 duyu organından biri olan
“dokunma duyunuzda” bir problem olmaması gerekiyor..
Bugün ülkemiz insanının sadece dokunma duyusunda bir problem yok;
aynı zamanda gözler de perdeli, diller de lâl, kulaklar da
tıkalı...
İşte, gözleri kapattıran, dilleri susturan, kulakları tıkayan bu
sistemin gizli aktörlerinin en önemli vasfı, diğer duyulardan olan
“tad” alma duyusunun gelişmiş olması, bu nedenle “ağızlarının
tadını” iyi biliyor oluşlarıdır..
Bu “tatlı hayatın” devamı için, her şeye “tuz-biber” olanların
başında, adına “aydın” denilen “bazı” insanlar gelmektedir..
Özellikle söze, böbürlenerek “biz aydınlar”, “ben bir aydın olarak”
diye başlayan birisini görür veya duyarsanız, lütfen ondan uzak
durunuz..
Ve yazdığı kitabı, çocukların erişemeyeceği bir yere koyunuz..
Hatta son kullanma tarihini beklemeden mekanınızdan
uzaklaştırınız..
Böyle yaparsanız, bu, size “ilaç” gibi gelecektir!
İşte bazen “üretim fazlası”, bazen de “defolu” olarak ülkemizde bol
miktarda bulunan ve yazdığı reçeteyi kendisi de okuyamayan,
“prospektüssüz aydın mamullerinin” bu ülkeyi getirdiği yer, şu anda
bulunduğumuz yerdir..
Siz hiç, yer yer hatalar yapılsa da Türkiye gibi bir ülkede aklı
başında olan bir insandan “bunlar adım adım geliyorlar, tüm kamu
kurumlarında başörtüsünü ‘zorunlu’ yapacaklar, her apartmana
‘zorunlu’ olarak mescit yaptıracaklar, zina yapan herkesi recm
edecekler, tüm hırsızların elini kesecekler..” gibi cümleler
duyabilir misiniz?
Hükümetin bunları zorunlu hale getireceği iddiası akla ve mantığa
uygun mudur; uygun değilse bu paranoyakça tutumları sergilemek
zorunlu mudur; zorunlu değilse bu nedir?
Yani, hükümet her medya plazaya “zorunlu” olarak ibadethane değil
de “paranoya tedavi merkezi” kuracak diye bir karar alsa,
“paniklemelerini” belki o zaman anlamakta güçlük çekmem!
Türkiye’de yerleşik olan bu düşünce şablonu veya formatı,
iliklerimize kadar işlediği için “varsın ya da yoksun”
deniliyor..
En sıkı liberaller bile kabul eder ki, değişim tek başına bir değer
ifade etmiyor..
Değişim bir ahlaki ve zihni altyapıyı bünyesinde barındırıyor veya
beraberinde getiriyorsa, ancak o zaman değişim talebinin bir değer
ifade edeceği açıktır..
Değişim, gelişim, dönüşüm, devrim, ihtilal, inkılap, yenilikçilik,
dinamizm gibi kavramlar farklılık arzetse de aslında aynı temel
olguya, yani “statik” yapıyı beğenmeme olgusuna dayanıyor..
Bu tavrın zıddı ise; bazen muhafazakarlık, bazen konservatizm,
bazen tutuculuk, bazen de statükoculuk gibi, yine birbirinden
farklı ama temelde aynı “korumacılık” duygusunun egemen olması
dürtüsünün yüceltilmesine işaret ediyor..
Ne yazık ki, demokrasinin “her daim kazananlar” tarafından değil,
“kaybetmeyi göze almış olanlar” tarafından filizlenebileceği
gerçeği gözardı ediliyor..
Ve ne yazık ki, Türk demokrasi tarihinin, rüzgara karşı
tükürenlerle, rüzgarı arkasına alıp tükürenler arasındaki
mücadeleden ibaret olduğunu yazanların “dili damağı
kurutuluyor”..
Kargaların özgür olduğu, bülbüllerin ise kafese konulduğu bir
“gerçeklik” karşısında, bülbüllerin kargalığa özenmesi ve
hayıflanması kaçınılmaz hale geliyor..
İlginç olan bir şey daha var..
Kim bülbül gibi “şakıyor”, kim karga gibi “ötüyor”, bu bir türlü
anlaşılamıyor..
O kadar ki; bu "şahsiyetler", horoz öttüğü için günün doğduğuna
inanırlar..
Oysa, civcivler dahi bilir ki; gün doğduğu için horoz öter!