BIST 10.644
DOLAR 32,20
EURO 35,01
ALTIN 2.500,70

Ciğeri beş para etmeyenler listesi!

Bilinen bir gerçektir; Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri, sorunlara teşhis koyamama hastalığıdır..

“Sorunlara teşhis koyamama hastalığına” teşhis koyulamaması da tedaviye muhtaç bir hastalıktır..

“Hasta etme kardeşim, ne diyeceksen de..” dediğinizi duyar gibiyim..

“Kulağı kesik” araştırmacı gazeteciler, “kalp gözü” mühürlü köşe yazarları, “dili uzun” profesörler, "ensesi kalın" siyasetçiler, "midesi geniş" gazeteciler, "sivri dilli" şovmenler, “kolu uzun” holding patronları, “omuzu düşük” kabadayılar, "burnu büyük" yazarlar, "ciğeri beş para etmez" yöneticiler, “gerdanı kırık” anchormanlar, tabii ki fiziksel rahatsızlığı olan “özürlü” kişilerdir..

Elbette yukarda sayılan bu kişilerin “fiziksel” rahatsızlıkları ile alay edecek kadar “engelli” değilim..

İşte bu yazı, bunlara dokunanların “ebediyyen engelli” olmalarını engellemeye hasbelkader gayret etmeye çalışan bir yazıdır..

Az önce, “bunlara dokunanlar” demiştim...

Evet, birisine “dokunabilmeniz” için, 5 duyu organından biri olan “dokunma duyunuzda” bir problem olmaması gerekiyor..

Bugün ülkemiz insanının sadece dokunma duyusunda bir problem yok; aynı zamanda gözler de perdeli, diller de lâl, kulaklar da tıkalı...

İşte, gözleri kapattıran, dilleri susturan, kulakları tıkayan bu sistemin gizli aktörlerinin en önemli vasfı, diğer duyulardan olan “tad” alma duyusunun gelişmiş olması, bu nedenle “ağızlarının tadını” iyi biliyor oluşlarıdır..

Bu “tatlı hayatın” devamı için, her şeye “tuz-biber” olanların başında, adına “aydın” denilen “bazı” insanlar gelmektedir..

Özellikle söze, böbürlenerek “biz aydınlar”, “ben bir aydın olarak” diye başlayan birisini görür veya duyarsanız, lütfen ondan uzak durunuz..

Ve yazdığı kitabı, çocukların erişemeyeceği bir yere koyunuz..

Hatta son kullanma tarihini beklemeden mekanınızdan uzaklaştırınız..

Böyle yaparsanız, bu, size “ilaç” gibi gelecektir!

İşte bazen “üretim fazlası”, bazen de “defolu” olarak ülkemizde bol miktarda bulunan ve yazdığı reçeteyi kendisi de okuyamayan, “prospektüssüz aydın mamullerinin” bu ülkeyi getirdiği yer, şu anda bulunduğumuz yerdir..

Siz hiç, yer yer hatalar yapılsa da Türkiye gibi bir ülkede aklı başında olan bir insandan “bunlar adım adım geliyorlar, tüm kamu kurumlarında başörtüsünü ‘zorunlu’ yapacaklar, her apartmana ‘zorunlu’ olarak mescit yaptıracaklar, zina yapan herkesi recm edecekler, tüm hırsızların elini kesecekler..” gibi cümleler duyabilir misiniz?

Hükümetin bunları zorunlu hale getireceği iddiası akla ve mantığa uygun mudur; uygun değilse bu paranoyakça tutumları sergilemek zorunlu mudur; zorunlu değilse bu nedir?

Yani, hükümet her medya plazaya “zorunlu” olarak ibadethane değil de “paranoya tedavi merkezi” kuracak diye bir karar alsa, “paniklemelerini” belki o zaman anlamakta güçlük çekmem!

Türkiye’de yerleşik olan bu düşünce şablonu veya formatı, iliklerimize kadar işlediği için “varsın ya da yoksun” deniliyor..

En sıkı liberaller bile kabul eder ki, değişim tek başına bir değer ifade etmiyor..

Değişim bir ahlaki ve zihni altyapıyı bünyesinde barındırıyor veya beraberinde getiriyorsa, ancak o zaman değişim talebinin bir değer ifade edeceği açıktır..

Değişim, gelişim, dönüşüm, devrim, ihtilal, inkılap, yenilikçilik, dinamizm gibi kavramlar farklılık arzetse de aslında aynı temel olguya, yani “statik” yapıyı beğenmeme olgusuna dayanıyor..

Bu tavrın zıddı ise; bazen muhafazakarlık, bazen konservatizm, bazen tutuculuk, bazen de statükoculuk gibi, yine birbirinden farklı ama temelde aynı “korumacılık” duygusunun egemen olması dürtüsünün yüceltilmesine işaret ediyor..

Ne yazık ki, demokrasinin “her daim kazananlar” tarafından değil, “kaybetmeyi göze almış olanlar” tarafından filizlenebileceği gerçeği gözardı ediliyor..

Ve ne yazık ki, Türk demokrasi tarihinin, rüzgara karşı tükürenlerle, rüzgarı arkasına alıp tükürenler arasındaki mücadeleden ibaret olduğunu yazanların “dili damağı kurutuluyor”..

Kargaların özgür olduğu, bülbüllerin ise kafese konulduğu bir “gerçeklik” karşısında, bülbüllerin kargalığa özenmesi ve hayıflanması kaçınılmaz hale geliyor..

İlginç olan bir şey daha var..

Kim bülbül gibi “şakıyor”, kim karga gibi “ötüyor”, bu bir türlü anlaşılamıyor..

O kadar ki; bu "şahsiyetler", horoz öttüğü için günün doğduğuna inanırlar..

Oysa, civcivler dahi bilir ki; gün doğduğu için horoz öter!