BIST 10.644
DOLAR 32,20
EURO 35,01
ALTIN 2.500,70
HABER /  GÜNCEL

Bu yazı çok konuşulur!

Yazar - Şair Sırrı Çınar'ın sanat ile ilgili bu yazısı çok konuşulacak...

Abone ol

Muhafazakâr sanat mı? yoksa Muhafazakârların sanatı mı? Kısır ve anlamsız bir tartışmaya dönen konuya ilişkin yazar Sırrı Çınar, farklı bir pencereden baktı. İşte o yazı:

"Çoğu zaman Fatih’in ordusuyla canhıraş bir şekilde planlama, taktik, strateji ve fetih için ter döküp İstanbul’u Bizans’ın elinden alıp, İstanbul’u fethettiğinde papazların kilisede “melekler dişi mi, erkek mi?” tartışması efsanesini hatırlarım.  Bunu hatırlatan o kadar çok olay ve görüş olur ki, “vay benim güzel ülkemin, güzel insanları” demeden geçemem.

Kavramlar her insan tarafından nasıl algılanıyorsa öyle kullanılır ve kavramın gerçek anlamı içinde kullanana neredeyse rastlanmaz veya kullanana öcü gözüyle bakılır.  Ezberde olan bilgi kırıntıları tekrarlanırken dünya felsefe tarihine not düşmüş edasıyla “gördünüz mü, ben neler biliyor muşum?” mesajı verilir.  Ezberlemenin, analiz etmekten yoksun, sorgulamanın dışında olan ve başkasından alınanın tekrarı olduğunu bilmeden veya ezberin çok basit bir öğrenme çeşidi olduğunu bilmeden, ezberlediklerini tekrarlayıp dururlar. Aslında ülkemizde sayısız “hafız” vardır ama onlara “hafız” dersek hemen kızarlar. Çünkü “hafızın” anlamını da bilmezler. Ezber yapan, ezberleyene hafız dendiğini de bilmez ve kalıplaşmış algılarıyla hafızın dini bir terim olduğunu düşünerek karşı çıkarlar. Bu hafızlar haksızlar mı? Kendiliğinden mi oldu? Tabii ki hayır… Eğitim ve öğretim sistemimiz ezber üzerine kurulduğu için tek öğrenme yöntemi olarak ezberlemeyi, başarı için ezberlenenleri tekrarlamak olduğu zihinlere kazınmıştır ve hiç kimse bunun farkında bile değildir.

Yine bir ezberin son günlerde gazete-dergi sayfalarını, TV programlarını ve sosyal medyayı süslediğine, tartışmaların alabildiğine gittiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın Mustafa İsen’in bir konuşmasında “Muhafazakâr sanat alanı doldurulmalıdır” sözlerine yapılan yorumların, açıklamaların ve değerlendirmelerin ezberden öteye gitmediğini görüyoruz. Ezberle sanatı veya muhafazakâr sanatı tartışanların gözden kaçırdığı en önemli nokta sanatı bilmedikleridir. Evet, ünlü, anlı-şanlı tiyatro oyuncuları, birçok sanatçı kimlikliler bile ezberden konuşmaktadırlar.
Muhafazakâr” kelimesini duymalarıyla ezberlerinde olanları sıralarken en küçük bir analiz yapmadıkları söylediklerinden anlaşılmaktadır. Çünkü kavramın ne anlam taşıdığını bilmeden ve kendi yanlış algılarıyla yapılan yorumlar da doğal olarak yanlış oldu.

Sanatı tanımlayın deseniz inanın tanımlamaları yine bir yerlerden ezberledikleri üç cümleden öteye geçemeyecek olanların sanat hakkında ahkâm kesmeleri içinde bulunduğumuz büyük çıkmazın ne denli derin olduğunu gösteriyor.

Bir duygu ve düşüncenin çeşitli şekilde estetik kaygıyla dile getirilmesi, ifade edilmesiyle başlayan, insanlara daha insani duygu ve düşünce oluşturmayı başaran, diğer insanlar tarafından paylaşılan (satın alınan-kabul gören) ve tekrarlanamayan her türlü ürün sanattır. Estetik kaygı ise en güzel olan, en fazla içselleştirilebilen ve güzel duygu oluşturanı bulmaktır. Sanatı üreten insandır ve o insanın kendi duygusu, düşüncesi, umudu, heyecanı, beklentisi ve idealleri ana belirleyicidir ama yeterli değildir. Bir ürünün sanat eseri olabilmesi için onu yapanların dışındaki insanlar tarafından kabul edilmesi, paylaşılması gerekir. Yoksa bir kişinin kendi özelinde ürettikleri ve kendine sakladıkları için sanat eserim var demesiyle o ürünler sanat eseri olamaz.

Sanatı algılayamayıp ve anlamadığımızın en can acıtıcı örneği “Güzel sanatlar” tanımlamamızdır. Sanat zaten güzeldir, çirkin olan sanat yoktur. Estetikten yoksun olan bir ürün sanat değildir ama biz eğitim veren kuruma “Güzel Sanatlar Fakültesi-Lisesi” diyebiliyoruz.

Şarkı söylemekle, dizi ve sinema oyunculuğuyla, bir müzik eserini çalmakla sanatçı olunmadığını bilmediğimizden herkese sanatçı payesini dağıtmaktayız. Oysa sanatçı olabilmeleri için ilk üreten ve bir çeşit yoktan var etmeleri gerekir. Besteyi yapan sanatçıdır, senaryoyu yazan, filmi çeken yönetmen sanatçıdır ama oyuncu veya şarkıyı söyleyen, müziği çalan sanatçı değildir. Şiiri yazan, romanı yazan sanatçıdır ama şiiri okuyan, romanı sinemaya uyarlayan sanatçı değildir. Tiyatro ve sinema bir sanat dalıdır ama oyuncu sanatçı değildir. Resim de tuval, boya neyse tiyatro ve sinemada oyuncusu da odur. Oyunculuk taklittir. Daha önce gördüğü veya bildiği bir davranışı taklit etmektir. Tekrarında da aynı sonuca ulaşılır ve farklı bir duygu aktarımı yaşanmaz. Şarkı, türkü söyleyenler ise seslerini kullanmaktadırlar. Yani var olanı seslendirmektedirler. Müziği icra edenlere ve oyunculara başka hiçbir dilde sanatçı denmemektedir.

Ayrıca zanaat ve sanat ise sıklıkla karıştırılmaktadır. El sanatları denmektedir. İç mimarlara (ki iç mimarlık da bizim uydurmamızdır) sanatçı denmektedir. Yetmemiş sanatı dallara ayırmışız. Sahne sanatları, plastik sanatlar, ses sanatı gibi bölümlere ayırmışız. Sanatı eğlence aracı olarak görüyoruz. Oysa sanatın özünde isyan vardır. Mevcuda isyan, olması gerekene ortaya koyma, çözümleme, görülebilir hale getirme, sıkışan duygu, acı veren hikâyeler vardır. Duygusuz hiçbir sanat olmaz. Duygunun da kişisel çıkarlardan uzaklaşma ve sadece ortaya konması gereken iyiliği ve güzeli arayış olması gerekmektedir. Kin, nefret, maddi çıkar kaygısı sanatla yan yana gelemeyecek duygulardır.

Gündemde tartışılan muhafazakâr sanat için söylenenlerin yukarıdaki açıklamalar ışığında değerlendirdiğimizde gerçekten çok komik bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Belki muhafazakâr değil de milli sanat denilmiş olsa daha doğru bir hedef gösterilmiş olacak. Ancak, siyasi tanımlamalarda muhafazakârlık bir dünya görüşü olarak tanımlanıp, dillendirildiği için bu kavram kullanılmaktadır.

 Sanatı üreten kişinin kendisinde olmayan bir düşünce için, ille de ben şu düşünceye göre ürün üreteyim diye zorlaması zaten en baştan sanatı yok edecek bir davranış olacaktır. Üretilse bile o sanatın olmazsa olmazlarını tamamlamayacaktır ve gerçeğe de aykırıdır. Bir insanın parmak izi neyse ürettiği de odur. Başka parmak izleriyle üretilemez. Yani bir sanatçı ne ise, ne düşünüyorsa, hangi dünya görüşündeyse, hangi dine mensupsa, hangi kültürde yetişmişse, hangi kaynaklardan beslenmişse onu yansıtacaktır. Bu doğal sonuçta muhafazakâr birinin sanat üretmesiyle muhafazakâr sanat, batı düşünceli birinin üretmesiyle batılı sanat, Asyalı birinin üretmesiyle Asyalı sanat ortaya çıkacaktır. Hiçbir sanatçı yoktur ki yaşadığı topraklardan, kültürden ve dönemden bağımsız olarak eser üretebilsin.

Sanatçıyı tanrısal bir düzeye çıkarmak ancak sanatı ve insanı tanımamakla mümkündür. Sanatçı dimağını ve duygularını beslediği değerler ne ise onu diğer insanlardan farklı olarak zihninde ve duygularında oluşan parlamaları, aydınlığı kimsenin düşünmediği biçimde yansıtmasıdır. Üretilen eser tek başına sanat mı değil mi sorusuna cevap vermelidir. Kabul gören bir eseri üreten sanatçıdır ama o kişinin ürettiği her şey sanat değildir. Maalesef kalıplarla düşünmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz için bir ismin bırakın ürettiği eserin sanatsal özelliklerini ölçmeği, o kişinin ağzından çıkan her sözü kutsamak ve sanki sanatsal bir ürünmüş gibi algılayıp, etkilenmekteyiz. Sanat ürünü üretenden, yani sanatçıdan bağımsız değildir. Şair utanma duygusu taşıyor, edep ölçüleri varsa şiirine şimdi buraya yazmaktan hicap duyacağım cümleleri şiirine koyamaz. Senaryo yazarı toplumsal normları değerli buluyor ve bu normların sosyal hayatı organize eden, insanca yaşamanın gereği olarak görüyorsa bu normları yok eden sahneleri yazmayacak veya yazamayacaktır. Tiyatro ve sinema yönetmenleri senaryoyu sahneye koyarken o görüntünün insanların hangi değerlerini örseleyeceğini biliyor ve o değerlerin örselenmemesi gerektiğini düşünüyorsa o sahneleri koymayacak veya başka türlü aktaracaktır.

Sanat hayatta olan her şeyi yansıtır da bir aldatmacadır. Cinselliği en açık biçimiyle gösteriye dökmek, yazmak sanatın gerekliliği değildir. Sanatın özünde aykırılık vardır ama bu aykırılık topluma kazandıracaklarıyla anlam kazanır. Yoksa mevcut olan her şey, her düzen, her kural, her biçimin dışında aykırılıklar üretilebilir. Bilinmeyeni veya ötelenen, yok sayılan gerçekleri ortaya koymak da sanatın görevidir. Bu görevi yerine getirirken kötüye özendirme, yanlışa yönlendirme ise asla sanatla ilgili ve gereği değildir ve sanatın toplum mühendisliğinde kullanılmasıdır.  2007 yılında merhum Ensar Kılıç’ın yönettiği ve Devlet Tiyatroları sahnelerinde sahnelenen “Kadıncıklar” adlı tiyatro oyunu tartışmalara neden olmuştu. Oyun bir genelevde yaşananları anlatıyordu. Sahnede ne müstehcenlik vardı, ne de izlerken utanılacak, rahatsız olunacak bir sahne vardı. O oyunu izleyenlerin yüreğini acıtan, genç kızların küçük hatalarının neye mal olduğunu anlatan dramlardı. Sanatın sosyal konulara parmak basması, dikkat çekmesi ve izleyenlerin olumlu mesajlar çıkarabilecekleri şekilde sahnelenmişti. Aynı oyun bir başka yönetmenin elinde müstehcen sahnelerle ortaya konabilirdi. Rahmetli Ensar Kılıç dünya görüşü olarak muhafazakârdı ve oyunu dünya görüşüne göre sahneye koymuştu. Böyle olmasına rağmen bazı gruplarca oyunun müstehcen olduğuyla ilgili tartışmalar yapılmış ve yasaklanması istenmişti. İşte yasaklanmasını isteyenler sanatın özgür tarafını bilmeyen ve oyunu dahi seyretmeyenlerdi. Oyunun genelevde geçiyor olması,  müstehcen olması için yeterliydi. Sanatın işlevini bilmeyen ve eğlence aracı olarak görenlerin bir yanılmasıydı. 

 Bu yıl İran’da yapılan 100 saniye adlı film festivalinde birinciliği alan yönetmen Ömer Miraç Tunç yaptığı filmle son nefesinde kelime-i şahadet getiremeyen birine, bilgisayar başında oyun oynayan küçük bir çocuğun internetten kelime-i şahadeti bulup tekrar ettirmesini işlemesi, sinemanın muhafazakâr sanat tarafına en güzel örneklerdendir. Yine İran sinemasının dünya sinema piyasasında önemli bir yer alması da bize yol gösterecek önemli bir örnektir.

 Muhafazakârların, kendini muhafazakâr görmeyenler tarafından üretilenlerin kendi değerlerine uygun olmasını beklemeleri yine sanatın nasıl üretildiğini bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu bilgi eksikliğine, sanatla tanışmalarına kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayanların eserleriyle olması uzak durmalarının en temel nedenidir. Anadolu’da kadınların erkekleri gördüğünde ayakta durmayıp çömeldiği dönemlerde Anadolu’ya tiyatro turnesine giden grupların izleyenlerin aklına, hayaline sığmayacak biçimde kadın cinselliğini işlemeleri, oyun öncesi dansöz oynatmaları toplumda bir ön yargı oluşturmuştur. Sinemada da aynı hatalar yapılmıştır. Resim, heykel gibi sanatlara da dinsel yanlış inançlar nedeniyle uzak kalmıştır. Edebiyat kısmen diğer sanatlara oranla daha çok kabul görmüştür. Ancak sanata karşı oluşan  ön yargıyı yenemeyen toplum kendisine ait eserler üretenlere de uzak durmayı ve tüketmemeyi seçmiştir. Son dönemlerde az da olsa ümit verici gelişmeler olsa bile sanat eserlerinin paylaşılması nüfusa göre dikkate alınamayacak kadar azdır. Çünkü iletişim araçlarını elinde bulunduranların kamuoyuna tanıtmadığı bu isimler ancak kendi çabalarıyla toplumla buluşabilmektedirler. TV ekranlarında, gazete ve diğer iletişim araçlarından az destek görenler ise hatırı sayılır bir kitleye hitap edebilme şansını yakalamışlardır.

Sinema, tiyatro, edebiyat, resim, heykel ve diğer sanat dallarının hepsinin içi, o sanatı icra eden kişinin dünya görüşüyle doldurulur. Muhafazakârların sanata yakın durması, kendi içinden çıkan sanatçıları desteklemesi, üretilenleri paylaşmasıyla (ille de muhafazakâr sanat diye tanımlanmak isteniyorsa)  muhafazakâr sanat oluşur. Hiçbir güç bana üzerinde yaşadığım topraklara ihanet ettiremez ve kendime koyduğum en önemli ölçü olan milli olanın dışında herhangi bir şey ürettiremez diyenlerin çoğalması ve sanatı “mış” gibi değil diğer teknik özelliklerine uygun yapmasıyla sanatın topluma mal edilmesi ve karşılığında umulan faydanın sağlanması gerçekleşecektir. Müzik, sinema, tiyatro, edebiyat, resim, heykel ve diğer sanat dallarında faaliyet gösteren muhafazakâr sanatçıların yaptıklarının en kaliteli ve evrensel sanat ölçülerine göre yerelden dünyaya yayılacak düzeyde ürünler üretmesi gerekmektedir. Çeşitli iddialarla ortaya çıkan muhafazakâr sanatçıların eserlerinin o sanatı bilenlerce kabul edilecek kalitede olması çok önemlidir.

Muhafazakâr siyasetin ve muhafazakârların sanata olan uzaklığını Haber Ajanda Dergisinin Mart sayısında yayımlanan “Muhafazakâr Siyasetin Sanat Çıkmazı” başlıklı yazımda uzunca anlatmıştım. İlgi duyanların o yazıyı okumasında fayda olmakla beraber, o yazı çok önemli olmasına rağmen beklenen ilgiyi görmemesi de yine muhafazakârların sanata ve estetiğe olan ilgisizliğini ispatlamaktadır. Oysa bu ülkede bir yerlerden başlamak gerekiyorsa sanat-estetik-kültürden başlanmalıdır. Ekonomiden, şehir planlamasına, eğitimden sağlığa, siyasetten, hukuka kadar her konuda daha çağdaş, işlevsel, rekabet etme gücünün artması ve medeniyet üretmenin ilk şartı sanat-estetik-kültürdür. Bunlar olmadan hiçbir konuda diyalektik oluşturulamaz. Zaten sanat eserinin ne olduğunu bilenler toplumsal normlar dışındaki dayatmalardan etkilenmeyecek, izlemeyecek, okumayacak ve içselleştirmeyecektir.

Kısır tartışmalardan ve işimize gelen açıklamalardan, bence diye söze başlamalardan biraz sıyrılarak sanatın o engin dünyasına dalmamızla her şey çok daha güzel olacaktır… Muhafazakâr sanat değil de muhafazakârların ürettiği ve paylaştığı sanat olmalıdır ve zaten az da olsa vardır. Her ne kadar sanatı tekelinde görenlerce itibarsızlaştırmaya, yok sayılmaya ve gündeme getirmemeye çalışılsa da muhafazakârların sanatı vardır."