Bir önceki yazıda ülke genelinde ciddi yatırımlarla açılmış
üniversitelerin kontenjanlarının yoğunlukla boş kaldığını; buna
karşın bir buçuk milyona yaklaşan sayıda öğrencinin ise
yerleşemediği için üniversite kapısında beklediğini yazmıştım. Bu
yakıcı sorun karşısında yükseköğretim sisteminin kendisinin sorunu
anlamadığından dem vurmuştum.
Türkiye yükseköğretimi merkezde YÖK’ün yer aldığı epeyce vakıf
ve devlet üniversitesinin birleşiminden oluşan büyükçe bir yapı.
Mevcut sistemde üç ayak var. Yasayla kurulan ve fakülteleri kanunla
açılan üniversiteler, kanunun kendisine verdiği sınırlar içeresinde
bölümlerde öğretim elemanı istihdam ediyor ve bu bölümlere alacağı
öğrenciler için kontenjan talep ediyor. İkinci ayak olan YÖK ise bu
kontenjanları onaylayan, düzenlen ve izin veren asıl mercii.
Son olarak, YÖK’ün belirlediği kontenjan dahilinde
öğrencileri sınav başarıları doğrultusunda bölümlere gönderen ÖSYM
ise üçüncü aktör.
Gelişmiş akademilerden farklı olarak Türkiye yükseköğretimi,
1974 yılından bu yana ÖSYM (veya öncülü ÜSYM) tarafından kendisine
gönderilen hazır öğrencilerle eğitim-öğretime devam ediyor. Bu
tarihten önce kendi öğrencilerini seçen Türkiye’deki yükseköğretim
kurumları, artan talep karşısında merkezi sınav ve yerleştirmeye
ihtiyaç duyarak şu an kullandığımız sisteme geçmiş.
2012 yılına kadar başvuran öğrenci sayısı, mezun öğrencilerin
tercih alanları, yükseköğretime olan talep ile kontenjan arasında
kısmen bir denge oluşturulduğu için üniversiteler öğrenci bulmakta
hiçbir sorun yaşamadılar. Dolayısıyla da mevcut öğrenci bulma
sistemine hiç kafa yorulmadı. Türkiye’de üniversitedeki
akademisyenler, öğrenci kabulü konusunda başka sistemlerin
varlığından bile haberdar değiller. Maalesef aynı yargı
üniversitelerin idarecileri için de geçerli.
Ayrıca, ÖSYM tarafından her yıl hazır öğrenci almaya alışmış
üniversitelerin öğrenci bulamama sorunu ilk olarak doğudaki yeni
üniversitelerin sayısal temel bilim bölümlerinde başladı. Bu
üniversitelerde idareciler, iyi bölüm- kötü bölüm ayrımı üzerinden
sorunu okuyacak düzeyde kaldılar. Çıkış için o yıllarda popüler
olan ve öğrenci bulmakta zorlanmayan bölümlerin açılması için çaba,
emek ve kadro harcandı. Sağlık Bilimleri alanlarında patlama
yaşandı bu yıllarda. Birkaç yıl öğrenci sayıları görece dengede
tutuldu ama bu çabalar da yeterli olmadı.
Öğrenci sayılarını yüksek gösterme ve muadillerine göre başarılı
görünme çabasından dolayı taşra üniversiteleri idarecileri, Orta
Asya kökenli, devam ve dil sorunu olan yabancı uyruklu öğrenciler
ile toplam öğrenci sayısını şişirmeyi denediler. Bu pansuman
çözümün de çıkar yol olmadığı gün gibi aşikar. Zira devlet
imkânları ve burslarla ülkeye getirilen niteliksiz öğrenciler,
üniversite kayıtlarını legal maske olarak kullanmakta ve çalışarak
para kazanmaktan başka bir hedef gütmemektedirler.
Toparlayacak olursak, sorun, önce görmezden gelindi sonra
bölümler bazında değerlendirilerek ertelendi. Devamında da yanlış
anlaşıldı ve yanlış çözümlerin peşinden gidilerek daha fazla kaynak
israf edildi.
Her sene daha da kötüleşeceğini ve birçok üniversitenin kapanma
aşamasına geleceğini ise ancak 5 yıl sonra idrak edebildi taşra
üniversiteleri. Merkezdekiler için sorun hala “her ile üniversite
açarsan böyle olur” düzeyinde. Epey üniversite idarecisinin henüz
sorunun ciddiyetini anlamadığı da acı bir gerçek.
Ülkenin batısında ve büyük şehirlerdeki köklü üniversitelerde
sorun yeni hissedilmeye başlandı. Görebildiğim kadarıyla taşra
üniversitesindeki tüm tecrübe tekrarlanıyor.
Normalde ülkedeki herhangi bir sorun baş gösterdiğinde, sorunu
rasyonel olarak ele alması, veriler ve rakamlar üzerinden kapsamlı
bir değerlendirmeye tabi tutması ve makul çözüm önerileri
geliştirilmesi görevi akademinindir ve akademinin olmalıdır. Şimdi
öyle bir noktadayız ki akademinin kendisi oldukça önemli bir sorun
ile karşı karşıya. Yükseköğretim planlama sorunundan dolayı birçok
üniversite kontenjanı boş kalırken yaklaşık bir buçuk milyon
öğrenci üniversiteye yerleşemiyor. Yükseköğretim, bugüne değin
sorunun rasyonel bir analizini yapabilmiş değil. Sorun halen doğru
anlaşılabilmiş de değil.
Sebepler ve rakamlarla devam edelim…