En son ABD ve İran arasındaki kavganın sahnesi yine Irak
oldu.
İran, kendisine yakın gruplar eliyle ABD’nin Bağdat
Büyükelçiliğini işgale kalkıştı, ABD’de bu girişimin arkasında
olduğunu düşündüğü Kasım Süleymani, El Mühendis ve başkalarını
Bağdat’ta yok etti.
Suriye tam bir bataklık. Bataklığın ne yazık ki en büyük zararı
Türkiye’ye.
Irak’ı mahveden güçler Suriye’de de devrede… Yine karşımızda
DAİŞ, Haşdi Şabi, PKK/YPG var.
Türkiye geçmişte Saddam’dan kaçan Iraklılara ev sahipliği
yapmıştı.
Şimdi ise Esad’dan kaçanlara… Sayılar öyle küçük değil. Bazı
Avrupa ülkelerinin nüfuslarını katlayacak kadar büyük.
İçişleri Bakanımız geçtiğimiz günlerde açıkladı, Türkiye’de
büyük bir kısmı Suriyeliler olmak üzere çeşitli statülerde beş
milyonu aşkın insan var.
Siyaset içinden bu konu eleştiriliyor. Haklı oldukları yerler
yok mu? Elbette var. Yükümüz fazla, sıkıntı çok, dünya bu yükü
bizimle paylaşmak zorunda… Ama insanlara sığınma alternatifi olarak
ülkelerinde ölmeleri öneriliyor ise mantık bunu kabul etmez.
Göç ve sığınma hareketlerinin dayandığı bir sosyolojik gerçeklik
vardır, bunları görmezden gelerek olayları izah edebilmek mümkün
değildir.
“Niye geldiniz, ülkenizde ölseydiniz…” türünden yaklaşımlar da,
“gelip ülkemizde hayatımızı zorlaştırıyorlar, her sorunun altından
bunlar çıkıyor” nev’inden basmakalıplar siyaseten aklı başında ve
tatmin edici düşünceler olarak görülemez.
Şimdi de Libya var gündemde. İç savaşın sürdüğü ve insanların
canlarının, mallarının tehlike ve tehdit altında olduğu ülkeler
arasında yer alan Libya ile karadan sınırımız yok ama denizden
kıyıdaşız. Çıkarlarımız Akdeniz’de birleşiyor. Bunun dışında dini,
milli, tarihi birlikteliklerimiz var. Diğer çatışmalı bölgeler olan
Lübnan’ı, Filistin’i bilmem ki saymaya gerek var mı?
Türkiye işte bu ateş çemberinin tam da göbeğinde. Kendisini
yakmadan, yananları görmeye, gözetmeye ve kurtarmaya çalışan bir
ülke durumunda.
Türkiye devreye girmese, inisiyatif üstlenmese, yardım ve
dostluk elini uzatmasa bu ülkelerin ve insanlarının sıkıntılarının
çok daha büyük olacağı kuşkusuzdur.
Bazı etnikçi, mezhepçi, ideolojik temelli değerlendirmeleri bir
tarafa bırakıp ufuklu ve hakkaniyetli seslere kulak verdiğimizde
ortaya çıkan gerçek şu ki, olup bitenlere yönelik tutum ve
davranışlarda Türkiye’den daha samimi ve tutarlı bir ülke yok.
Bazı siyasal kişiler ve kurumlar Türkiye’nin bu çatışma
alanlarında bulunmasından, sorumluluk yüklenmesinden yakınıyor,
eleştiriyorlar.
“Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve İran ile ilgili konularda
Türkiye nasıl sürecin dışında kalabilir?” sorusuna ise ikna edici
bir cevap verilmiyor.
Libya ile ilgili yetkin uzmanlar anlatıyor, Akdeniz’in güvenliği
ve ekonomik çıkarlarımız açısından yapılan anlaşmadan başka bir
çıkar yol olmadığını… Anlaşmanın yürürlükte kalması bakımından da
Trablus Hükümeti’nin ayakta kalması zaruretini… Aksi takdirde kendi
kıyılarımızda denize bile giremeyeceğimizi söylüyorlar, ama bir
garip tenkit biçimi sürüyor.
Savaşa karşı olmak, savunma ve güvenlik ihtiyacımızı, barışı
istemek ise bize düşmanlık edenleri ortadan kaldırmıyor ki…
Dünya gerçekleri keşke böyle işlese, on binlerce kilometreden
gelip bölgemizde etki alanı kurmaya çalışanlara ses çıkarmayıp bin
yıldır yaşadığımız bu topraklara, kendi kültür coğrafyamıza bigâne
kalmamız mı bekleniyor?
İşte bu olamaz ki…
Bu ateş çemberini de aşacağız.