Uzun sarsak adımlarla girdi sokağa. Macun kıvamına getirdiği
ekşi tükürüğünü bir kez daha çevirdi dilinde. Sonra yağmur gibi
sonra çamur gibi sonra insanlığın gördüğü en tiksindirici kâbus
gibi tükürdü şaaaaap diye kaldırıma. Kaldırım kustu.
Camekânlara baktı geçerken. Her gün değişen, her gün bir eşyanın
yüzünü giyinen camekânlara. Kendi yüzünü aradı. Uzun bir yabayı
andıran, kemerli bir köprünün ikiye böldüğü, kalın surlarla
kuşatılmış çenesine ve baktığı her şeyin taaa dibini görüyormuş
hissi veren bir kuyu kadar derin ve tekinsiz gözlerine.
Başka çehreler oynaştı yüzünün etrafında. Tanıdığı tanımadığı
bir sürü göz. İrkildi. Telaşla sokağa döndü yüzünü. Alışık değildi
bir kavanoz solucan gibi kıvıl kıvıl devinen hayata sırtını
dönmeye. Ürperdi. Kallavi küfürler savurdu kalkanlarını gafil
avlayan camekânlara. Korkularını okşadı.
“Bir kahve” dedi kaldırım kahvesinin sivilceli garsonuna.
“Okkalı olsun. Yanında suyunu da unutma.” Cılız bir evete dönüştü
sivilceli garsonun yükselen ürkekliği. Pütürlü yanaklarının
gerisinde uzayan, araştıran bir bakış bırakıp ocağa yollandı.
Yanında yöresinde oturanlar iri yudumlar aldılar fincanlarından ve
sopa görmüş it gibi sıvıştılar birer ikişer.
Yalnız, iri, bakımsız bir dağ gibi kaldı kaldırıma değen küçük
taburenin üzerinde. Kıllı kıçını kaşıdı uzum uzun. Bu bir çeşit
savunmasıydı onun. Bir çeşit sindirme biçimi alıştığı ama
istemediği terk edilişlerini.
Sevmemişti sokak onu. İki metreyi bulan boyunu, kalın asırlık
bir çınarı andıran bedenini, kepçe kulaklarının çevrelediği ablak
yüzünü ve kara gözlerinden daha da kara olan gizli geçmişini hep
tehlikeli bulmuştu.
Bir tek çocuklar bakmışlardı yüzüne uzun uzun. Bir tek onlar
merak etmişlerdi sokağın dekoruna aykırı düşen bu insan irisini.
Sonra “dinozor!” diye bağırmıştı içlerinden biri. Dinozor dinozor
dinozor. Çılgın bir şarkıya dönüşmüştü çocukların
çığlıklarında.
Dinozor kalmıştı ondan sonra adı. Yüzüne karşı söylenmese de
biliyordu bu civarda herkesin kendinden bahsederken “ha, dinozor
mu?” dediklerini. Sade kahvenin koyu telvesiyle kalınlaştırdı
yalnızlığının duvarlarını. Gözlerine ürkütücü bir anlam
yerleştirdi. Bütün korkularının, özlemlerinin üstünü örtecek kadar
kalın bir vahşilik. “Kaç para?” dedi tekinsiz bir hırıltıya
benzeyen tumturaklı sesiyle. “Afiyet olsun efendim” dedi garson,
“İkramımızdır.”
Gürültüyle kalktı taburesinden. Kalın dudaklarının çevrelediği
ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı. Sonra edepsiz bir sırıtış
yerleşti suratına. İri bedenini sürükleye sürükleye uzaklaştı.