Bir sabah ya da bir akşam. Sıradan bir gün. Her şey sıradan.
Ufak tefek duyumlar var ama ciddiye almıyorsunuz. Yirmibirinci
yüzyılda olur böyle şeyler diyorsunuz. Olur, ama başka topraklarda
olur. Başkalarının ülkelerinde. Her insanın, kendinin büyük
olumsuzluklardan azade olduğuna dair bir inancı vardır. Neden öyle
olduğu bilinmez. Bu duygunun hangi genin mirası olduğu da bilinmez
ama öyledir işte.
Sonra bir gün, bir sabah ya da akşam farketmez. Ansızın bir
haber düşer kulaklarınıza televizyondan, radyodan ya da
internetten. İçiniz cız eder. İnanmak istemezsiniz. Yok canım bu
yüzyılda mı da neler dersiniz. Medeniyetin bu noktasında mı
dersiniz. İnkâr mekanizmanız bütün hızıyla çalışır. Amacı sizi
korumaktır. Amacı, sizi bedensel ve ruhsal bütünlüğünüzün koruma
altında olduğuna inandırmaktır. Uyuşursunuz ve uyursunuz olan
biteni bir kâbusa yorup uyanmak için.
Gecenin bir yarısı ya da gün ortası, ayak sesleri duyarsınız
uykunuzun arasında. Telaşlı fısıltılar. Aceleyle hazırlanmış
valizler geçer gözlerinizin önünden. Sonra nasıl olduğunu bilmeden,
şanslıysanız elinizde ölüm-kalım savaşlarında en önce
kurtarılacaklar listesinin tıkıştırıldığı bir valiz; değilseniz
üstünüzde ters giyilmiş bir kazak ya da tişörtle yaşama kaçan bir
kafilenin en önünde koşarken bulursunuz kendinizi. Sonrası sır.
Sonrası muamma.
En yakın komşu ülkenin sınırından içeri adım attığınızda şişmiş
ayaklarınız, delinmiş pabuçlarınızla; ölüm sizden bir süreliğine
uzaklaşır. Unutmuş gibi yapar sizi ama izler uzaktan uzağa. Her an
düşmenizi umar. Bir tökezlemenize bakar nefesinin ensenizi yakması.
Hep tetikte bir yaşam başlar. Hiçliğin tetiğinde un ufak olmuş
günler doluşur dimağınıza.
İlk birkaç günün arkasından serinler ruhunuz. Yavaş yavaş
silinir hafızayı kuşatan korku sisleri. Geride bırakılanlar
belirlemeye başlar bir bir gözünüzün önünde. Her birinin
bakışlarında ayrı bir şaşkınlık, ayrı bir sitem gözbebeklerinde.
Ruhunuzda bir delik açılır ve eser poyrazın en serti, önce ağır
ağır sonra deli gibi.
Dar gelir ruhunuza yeni ülkenin toprakları. Daralır, başka bir
bedene tıkıştırılmış gibi. Gözünüzde cılız bir ışık, kolaçan
ederken bulursunuz kendinizi bu yeni bedeni. Şurayı biraz
kısaltırsam burayı biraz uzatırsam uydururum kendime iyimserliğiyle
yaşamı yordamlarken bulursunuz kalbinizi. Oysa tedirgindir akıl.
Bilir, her ruhun kendi bedeni için yaratıldığını.
Çok geçmez anlarsınız. Anlarsınız başka bir ülkede yaşamanın,
yarım bir bedende yaşama mücadelesi olduğunu. Anlarsınız, hiçbir
toprağın doğdunuz toprak gibi sizi kabullenip bağrına
basmayacağını. Meyvesinin bile yadırgayacağını damağınızın
sıcaklığını. Anlarsınız, ama bilirsiniz de artık bu yarım bedendir
gidip gidebileceğiniz yer. Susarsınız ve yudumlarsınız acının en
koyusunu. Yaşamak dürtüsü, daha baskın çıkar tam bir bedende ölme
riskinden. Yarım beden, yarım umut sürüklenirsiniz ruhunuzun
peşinden.
Bildiniz mi beni? Bildiniz mi kimin sesi dudaklarımdan dökülen.
Belki Suriyeli belki Iraklı, belki de Filistinliyim ne farkeder?
Göz göze gelmemeye çalıştığınız o göçmenlerin yaralı fısıltısıyım
ben.