Yine bir akşamüstü Ankara’da. Sıcak. Bezgin. Sıradan. Bir elimde
hayata uydurulmuş bir çanta. İçinde hayat ıvır zıvırları. Diğerinde
beyaz, üzerinde bir mağazanın adı yazan, orta boy bir naylon poşet.
İçinde hayata, hayatın sıradanlığına kafa tutan şiirler. Bir küçük
not defteri. Bir de kurşun kalem. Ucu her zamanki gibi az
açılmış.
Aklımda söylenmemiş sözlerim. Düşlerim. Düşüncelerim. Gözlerim
sokakta. İnsanlara bakıyorum. Yürüyen. Oturan. Konuşan. Dalgın
dalgın boşluğa bakan insanlara. Canlı birer soru işareti ve
ünlemler gibi yürüyen insanlara.
Herkesin cevaplanmamış soruları var. Ve
konumlandırılamamışlıkları hayat karşısında.
Seslerini duyuyorum. Alçalan, yükselen ve uzun bir çığlığa
dönüşen seslerini. Sıkışmışlıkları taşıyor ruhuma, düşle gerçek
arasında. Uzayıp giden kavgalarını dinliyorum dil ile kalp
arasında. Haklılıklarını. Haksızlıklarını. İyiliklerini.
Kötülüklerini dinliyorum.
Kimisini sevmek istiyorum, bir anne çocuğunu sever gibi. Geçer
demek istiyorum, bu da geçer. Aldırma bu kadar. Kapat bir papatya
gibi açık duran yaralarını.
Kimisine de yeter demek istiyorum. Sustur, uğursuz bir karanlık
gibi uzayıp gitmekte olan çirkinliklerini. Git ve derin bir kuyuya
hapset kendini.
Sonra kendime dönüyorum. Durmaksızın çoğalmakta olan soru
işaretlerime ve ünlemlerime. Kalbime bakıyorum. Bütün iyiliğiyle
büyütmekte olduğu savunmama! “Yaşamak bir savunma mıdır” diye
soruyor aklım. Kalbim bir ünlem işareti dikiyor sokağın ortasına.
Sonra iki nokta üst üste.
Ve konuşuyor cennetten bir mırıltıyı andıran sesiyle: “Yaşamak
bir savunmadır. Bir meydan okumadır olması imkânsız olana. Ölüme
karşı diriliği, kötülüğe karşı iyiliği, zulme karşı merhameti
çoğaltmaktır. Ve sevinç duyabilmektir ansızın karşına çıkan gök
kanatlı bir kelebek karşısında.”
An’dır sonsuzluğu doğuran.