Vesayet’ 2007’de bitmişti zaten
Mustafa Akyol'un internethaber.com sitesindeki Vesayet’ 2007’de bitmişti zaten başlıklı yazısı.
Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklarken
yaptığı uzun konuşmadaki bazı temalar, beni de duygulandırdı.
Örneğin, merhum Ali Fuat Başgil’in 1961 senesinde
dönemin darbecileri tarafından nasıl ölümle tehdit edildiğini
hatırlattığında, ben de o eski ve karanlık Türkiye’yi bir kez daha
hüzünle andım. Ondan kurtulduğumuza bir kez daha sevindim.
Ama, evet, o darbeler ve vesayetler Türkiye’sinden kurtulduk işte.
Hem de bugün değil, tam 7 yıl önce: Ta
2007’de.
Ne olmuştu o zaman, bir hatırlayalım. AK Parti, cumhurbaşkanı adayı
olarak Abdullah Gül’ü göstermişti. Ama
Kemalist vesayet buna mani olmaya kalmış,
367 rezaletini ve e-muhtırayı
dayatmıştı. Sebep, Gül’ün fazlaca dindar, eşinin de
başörtülü olmasıydı.
Ama bu dayatma tutmadı. Gül, cumhurbaşkanı oldu. Onu, yine sırf
kimliği nedeniyle sindiremeyenler, zamanla yumuşadı, durumu
kabullendi, normalleşti.
Kemalist vesayet rejiminin belkemiğini oluşturan ordu, kışlasına
çekilmekte kalmadı. Tabiri caizse, pişmiş tavuğun başına
gelmeyen geldi adamların başına. Yüzlerce subay abartılı
iddianamelerle hapse atıldı ki, bu mahpusların çoğunun suçsuz yere
yattığını bugün artık muhafazakar kanaat önderleri dahi kabul
ediyor.
Kısacası, meclise cumhurbaşkanı seçtirmeyen,
“muhafazakar reis-i cumhur olmaz, ille de Kemalist
olsun” diyen vesayet, 2007 yılı itibarıyle yenilmiş
ve tarihin çöplüğüne atılmış durumda.
Dolayısıyla, Erdoğan’ın adaylığının açıklanmasından bu yana
“yaşasın, vesayeti nihayet yeniyoruz, demokrasiyi
tahkim ediyoruz” diyenler, biraz
“anakronik” (eskimiş) geliyor bana. Çoktan
kazanılmış bir kavganın zoraki (hatta hayali)
uzatmalarını oynuyorlar gibi.
Neden mi böyle düşünüyorum?
Çünkü, evvela, bugün Erdoğan’a “sen çok dindarsın, eşin
de başörtülü” diye itiraz eden yok. Muhalefet
partileri, bu gibi bir kimlik temelli vesayeti değil;
kutuplaştırıcı siyaset, otoriterlik, maceracı dış politika,
yolsuzluk iddiaları gibi her demokraside konu olacak
itirazları dile getiriyor. (Bu itirazları ister haklı, isterse
haksız bulun; o ayrı mesele.)
Kimliğe dayalı bir “vesayet” fikri halen varsa,
belki CHP içindeki dar ulusalcı klikte var: Ekmelleddin
İhsanoğlu’nu fazla İslami buldukları için protesto
ettiler. Ama, gördüğünüz gibi, CHP içinde bile cılız kaldılar.
Öte yandan, cumhurbaşkanını ilk kez halkın seçecek
olması da, daha önceki cumhurbaşkanlarını seçenin
“vesayet” olduğu anlamına gelmiyor. İşte, Abdullah
Gül örneği ortada. Zaten meclisin hür iradesiyle seçtiği bir
cumhurbaşkanı, halkın doğrudan seçtiği cumhurbaşkanı kadar
demokratik açıdan meşrudur. (AB üyesi parlamenter
demokrasilerin çoğunda devlet başkanlarını meclisin seçtiğini
unutmayalım.)
Kısacası, 10 Ağustos’ta yapacağımız seçim, “vesayet ile
demokrasi arasında bir seçim” filan olmayacak. Sandık
demokrasisinin çoktan tahkim olduğu bir Türkiye’de, “nasıl
bir demokrasi” sorusu üzerine olacak.
İktidarın olayı halen “vesayetle mücadele”
meselesi gibi sunması, akılcı bir seçim stratejisi
olabilir. Ama artık giderek gerçeklikten kopan bu algı, aslında
iktidarın siyasi aklını körleştirmektedir.
Toplumsal taleplerden doğan meşru tepkileri yeni birer vesayet
arayışı olarak yaftalayıp susturmaya kalkması, bu körleşmenin en
çarpıcı göstergesidir.
Mesele belki şöyle de özetlenebilir:
Muhafazakarlar, Türkiye’de hakikaten çok
ötelendiler, dışlandılar, ezildiler. Kendilerini “öz
yurdunda garip, öz vatanında parya” hissettiler. Ve,
“yüzüstü çok süründün, ayağa kalk,
Sakarya!” diyen Necip Fazıl’ın çağrısının yolunu
gözlediler.
Ama Sakarya çoktan ayağa kalktı. Devlete tamamen hakim olduğu gibi
toplumun dört bir yanında güçlendi, gürbüzleşti. Giderek
“hakim sınıf” haline geliyor. Ve bu kez diğer
kesimlerde ötelenmişlik, dışlanmışlık, ezilmişlik hisleri
güçleniyor.
Dolayısıyla zaman, “vesayet” adlı köhne
yeldeğirmenine ölesiye kılıç sallama zamanı değil. Sakinleşme,
yumuşama, normalleşme, dinleme ve düşünme zamanı.