BIST 9.645
DOLAR 32,55
EURO 34,89
ALTIN 2.431,30

Üstün ırk tasarım çabaları

Üstün ırk üretme amacıyla insan ıslahına girişen bilim insanlarının ve devletlerin gözden uzak tutulan hikayesi.

Tomasso Campanella 1602 yılında yazdığı ütopya kitabı Güneş Ülkesi’nde ıslah edilmiş, gelişkin bir ırktan ve yaşam şekillerinden bahseder. Hollywood’un konu ettiği insan ıslahı, fantastik filmlere konu olana kadar bir süre unutulmuş bir ütopya olarak kalır. Ancak, tarihin karanlıkta kalmış sayfalarını karıştırdığımızda, bu ütopyanın karanlık ve kirli geçmişine dair çamaşırlar serpiliverir.

Bir önceki yazıda da konu edindiğim ve bir İngiliz bilim insanı olan F. Galton tarafından kavramsallaştırılan insanın bir cihaz gibi geliştirilebileceği fikri, “İngiliz asilzadelerinin sağlıklı ve zeki bireylerden oluştuğu ve sıradan insanların ancak ıslah edildiğinde o seviyeye yükseleceği” varsayımına dayanıyordu. Bu absürt varsayım çabucak sosyal ortamlarda kabul gördü. Çünkü sömürge döneminde uygulana vahşete bir kılıf gerekiyordu. Varsayım, sömürgecilerin kamu vicdanını rahatlatmakta kullanacağı bir argüman sunuyordu.

Daha sonra Naziler tarafından sistematik olarak denen bu fikrin ilham kaynağı ise ABD’de yapılan uygulamalardı. 

Geçen yazıda bu uygulamaların bir süreliğine bir bilim dalı olarak kabul gördüğünü de yazmıştım. Kuramsallaştırılmış, felsefesi oluşturulmuş, sonra da uygulamaya konulmuş aktif bir bilimsel aktiviteden bahsediyorum.

Temellerini Campanella’da gördüğümüz “…insanların atlarını ve köpeklerini ıslah etmek için bu kadar uğraşıp kendini ıslah etmeyi göz ardı etmesi ne garip…” yaklaşımı, bilim insanlarının da yönlendirmesi ve öncülüğü ile bir süre sonra yeniden insanlığın gündemine girmiş.

İkinci dünya savaşı ve hemen öncesinde tüm dünyayı etkileyen bu döneme ‘ırkçılık dönemi’ dersek her halde itiraz eden çıkmayacaktır. Bu ırkçılık döneminin bugüne çok kötü bir miras bıraktığı gerçeğini de kimse inkar etmeyecektir. İnsanların üstün olduklarına inandıkları ırkları adına yapamayacakları hiçbir şey kalmamıştı.

“Üstün beyaz ırkın beyaz olmayan ve aşağı ırklar tarafından bozulmasını engellemek” olarak özetlenebilecek bu ırkçı yaklaşım ABD’nde daha farklı bir seyir izledi.

1900'lerin başında Amerika Birleşik Devletleri'nde kök salan bu harekete önde gelen bir biyolog olan Charles Davenport (1866-1944) ve ıslahla ilgilenen eski bir öğretmen olan Harry Laughlin liderlik ediyordu.

1910 yılında Davenport önderliğinde ve Laughlin yönetiminde, Long Island'daki Cold Spring Harbor Laboratuvarı'nda “insanın doğal, fiziksel, zihinsel ve mizaç özelliklerini iyileştirmek için” Öjenik Kayıt Ofisi (ERO) kuruldu. ERO saha çalışanları, fiziksel, zihinsel ve ahlaki özelliklerin kalıtımını tasvir eden aile soyağaçları da dahil olmak üzere birçok farklı “veri” topladı. Özellikle yoksulluk, zihinsel engellilik, cücelik, zamparalık ve suça bulaşmışlık gibi “istenmeyen” özelliklerin kalıtımı ile ilgileniyorlardı. ERO otuz yıl boyunca aktif kaldı.

ABD'deki öjeni hareketi, dönemin elitleri tarafından olumsuz olarak görülen özellikleri ortadan kaldırmaya odaklandı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, “istenmeyen” özellikler zayıf, eğitimsiz ve azınlık popülasyonlarında yoğunlaşmıştı. Bu grupların çoğalmasını önlemek amacıyla zorla kısırlaştırma yasalaştırıldı. 1907'de Indiana ile başlayan süreç hızlandı ve 1931'e kadar Kaliforniya da dahil 29 eyalette zorla kısırlaştırma yasal hale geldi. Bu yasalar, Amerika Birleşik Devletleri'nde 64.000'den fazla insanın zorla kısırlaştırılması ile sonuçlandı. Başlangıçta bu çabalar engellilere odaklandı, ancak daha sonra tek “suçu” yoksulluk olan insanları da içerecek şekilde genişletildi. Hatta farklı etnik kimliklere ait bireyler de (özellikle siyahiler ve yerliler) bu zulümden nasiplerini aldılar.

Bu kısırlaştırma programları yargıdan da yoğun destek alıyordu ve ABD’nin en yüksek yargı organı olan Yüksek Mahkeme’den (Supreme Court) destek buluyordu. Amerikan tarihinde bu konu ile ilgili bilinen bir Yüksek Mahkeme davası da Buck vs. Bell (1927) davasıdır. Boşanmış bir çiftin kızı olan Carrie Buck, üvey babasının yeğeninin tecavüzüne uğrar ve hamile kalır. Virginia Eyaletinin o zamanki yasalarına göre Carrie Buck, evlilik dışı bir bebek doğurduğu kanıtlandığı için zorunlu kısırlaştırmaya mahkum edilir. En üst temyiz mercii olan Yüksek Mahkeme’de görülen dava sırasında yüksek hakim Wendell Holmes, “Üç kuşak embesil yeter ” der ve kadının zorunlu kısırlaştırmasını onaylar. 3 nesilden kasıt annesinin bir mental hastanede kalmaya zorlanması, kızın tecavüzden bebek doğurması ve doğan ancak kızamıktan ölen çocuk. 4 dönem okula gittikten sonra kızamıktan ölen çocuğun okul kayıtlarını yıllar sonra inceleyen S. Jay Gould, ölen çocuğun geri zekâlı ya da embesil olmadığını; tam aksine oldukça normal bir çocuk olduğunu ortaya koymuştu.

Ancak bu Yüksek Mahkeme kararı, ABD'deki çeşitli kısırlaştırma yasalarına dayanak olarak kullanıldı yıllarca.  Özellikle, Kaliforniya’nın programı o kadar acımazdı ki Naziler kendi çabalarını sistemleştirmek için Kaliforniya’daki uygulamaları örnek aldı. Hitler, birkaç Amerikan eyaletinin yasalarını örnek aldığını itiraf etmişti.  

ABD öjeni hareketi 1940'larda güç kaybetmeye başladı ve Nazi Almanya'sının dehşetinden sonra tamamen gözden düştü.

Öjeni sadece akademisyenler veya devlet eliyle gerçekleştirilen bir fantezi düzeyinde de kalmadı.  1920'lerde ve 30'larda zirveye ulaşan popüler bir sosyal hareket haline geldi. Bu dönemde, ülke çapındaki birçok sivil toplum örgütünün ve yerel grubun yanı sıra Amerikan Öjenik Derneği kuruldu. Üyeler fuarlarda ve sergilerde “zeki aile” ve “daha iyi bebek” yarışmaları düzenliyorlardı.  Öjenik ilkelerini tanıtan filmler ve kitaplar popülerdi. İş o kadar ileriye  gitmişti ki gerçek bir hikayeye dayanan Kara Leylek (1917) adlı bir film çekilmişti. Filmde toplumu geliştirme adına hasta bir bebeğin ebeveynlerini bebeğin ölümüne izin vermeye ikna eden doktor, bir kahraman olarak resmediliyordu.

Bugün okurken lanetle yad ettiğimiz tüm olaylar ve çabalar bir dönem oldukça popülerdi ve birçok kişi tarafından da açıklıkla savunuluyordu. Bu saçmalıklar ve hoyratlıklar medya, sivil toplum, siyasetçi, hukukçu herkesten destek görüyordu.  Çok da uzun olmayan süre sonra ise gizlenen ve unutulmak istenen bir utanç vesikasına dönüştü.

Günün şartlarında makul gibi görülen, ana akım olan ve herkes tarafından savunulan bir görüşün/tavrın/uygulamanın aslında insani ve ahlaki olarak çok sorunlu olabileceğini akıldan çıkarmamak lazım.